Çocukluğumdan itibaren ne zaman kuralları aşmaya yanaşsam, sürekli önüme engeller konulmuştu. Bacaklarıma aldığım darbeler o sınırı aşmama izin vermemiş, hapsedildiğim kafeste prangalarımdan kurtulmamam için her türlü baskı bir kara bulut gibi üzerime çökmüştü. Gidecek bir yerim, tutabileceğim bir el yokken o kafeste biriktirdiğim tüm öfkemi içime gömmüştüm.
İçime akıttığım yaşların, gömdüğüm öfkeyi besleyip nefret çiçeklerini filizlendireceğini düşünmemiştim. Nefret kokan çiçeklerimin dikenlerindeki hedef bendim fakat dikenlerim yüzünden kanayan ellerimle, o dikenleri Xiao Zhan'a saplamaya çalışmıştım. Oysa onun sessizce çiçeklerimin filizlendiği toprağa sevgisini ekmeye çalıştığını görmemiştim.
Kendisini göstermemişti.
Ve ben de görmek istememiştim.
Elimde duran anahtarla kapıyı açarken, topraklarıma gömdüğü sevgisinin varlığını iliklerime kadar hissediyordum. Nefret kokan çiçek bahçemden hafif, fakat düzinelerce çiçekten gelen nefretin kokusunu bastıracak kadar huzur kokan bir koku geliyordu. Varlığını hissetmek, cebimde duran metalin ısısını hissetmek ve evde beni bekliyor olduğunu bilmek kendimi hiç olmadığım kadar güçlü hissettiriyordu.
Bu defa sadece yıldızlar değil, gece de dinlerdi beni. Dönebileceğim tek yer odam değildi, cebimde ne olursa olsun her zaman kapıyı açacağını söyleyen bir anahtar vardı. Kendimi özgür kılıp prganlarımdan kurtulacağım tek yer zihnimdeki kabuk değildi, o kabuğun içinde benimle birisi vardı ve elime prangalarımı kırmam için bir çekiç uzatıyordu.
Kuralların sınırındaydım, her yanım tanrının yasaklarına bulanmıştı ve cennetten atılmayı bekliyordum.
Benim dünyamın tanrısı, evin içine girdiğim an soğuk gözlerini üzerime diken annemden başkası değildi.
"Tanrım, neredeydin sen? Tükürdüğüm telefonuna neden bakmıyorsun?!"
Sinirden kızarmış suratı ile konuştuğunda, bakışları ile beni korkuttuğunu düşünüyordu. Fakat yanılıyordu. Yıllarca görmeye alıştığım bu bakışlara istediğim an kör olmayı çoktan öğrenmiştim. Çocuk değildim, ya da bakışlarını gördüğü an tanıyıp aynı tepkileri verecek bir robotta değildim. Annesinden kör olmayı öğrenmiş bir insandım.
"Sana önceden haber vermiştim," dedim omuzlarımı silkerek. "Endişelenme dediğim halde kızan sensin."
Annemin adımları bana doğru gelirken sertti. Dik tuttuğu omuzları, ensesinde topladığı parlak saçları, makyajla süslenmiş bakımlı yüzü ile en başta bakıldığında oldukça asildi. Fakat gölgeli gözleri, ona bakan herkesi içine çekecek bir kuyudan farksız değildi. O kuyunun dibinde yatan bir canavar vardı. Çocukluğumdan beri benimle olan, rengimi çalan doyumsuz bir canavar. Keskin ellerinde taşıdığı iple gözlerimi kapatıp beni kör olduğuma inandıran ve yolları görmeme izin vermeden, kendi istediği yolda yürümemi sağlayan bir canavar.
Artık kör değildim. Benim için cehennemindeki ateşinin ışığını yollarıma yansıtan birisi vardı. Yıldızlarımın ışığına eşlik eden, gözlerinde parlayan ışığı vardı.
"Sorumsuzlukların çok can sıkıcı olmaya başladı Yibo. Artık seni tanıyamıyorum bile," bakımlı elleri omzumu kavrarken derin bir nefes verdi. Bundan sonra gelecek cümleyi biliyordum, söyledikleri şeyler asla değişmezdi. Bu yüzden onunla beraber konuştum.
"Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun."
"Seni hayal kırıklığına uğratıyorum."
Açık renk gözleri söylediklerimle beraber şaşkınlıkla titredi. Ondan birkaç adım uzaklaşarak ellerinin omuzlarımdan düşmesini sağladım, zoraki bir şekilde gülümsedim. Boğazıma sarılan görünmez eller vardı sanki, nefesimi kesiyordular ama ben hala soluyabiliyordum. Ciğerlerime ulaşan hava birer aeş okuna dönüşüyor gibiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dancing With Devil.
FanfictionOnun zihni kirli ve elleri üzerimde, Oh, evet sen şeytansın ve beni de yakacaksın. Geceyi tutuştur, bu bizim sırrımız, Çünkü iyi çocuklar sadece iyi adamlarla takılır.