don't tell me it's impossible

6K 540 235
                                    

Yataktan öyle büyük bir hızla kalkmıştım ki ayağım halıya takılıp kısa bir sendeleme yaşadıktan sonra kapıya koşturdum

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.


Yataktan öyle büyük bir hızla kalkmıştım ki ayağım halıya takılıp kısa bir sendeleme yaşadıktan sonra kapıya koşturdum. Saçım başım nasıldı, üzerimde ne vardı, güzel görünüyor muydum; bunların hepsini düşünerek çelik kapının önünde bir süre bekledim ve derin bir nefes aldım. Neden gelmişti ki acaba?

Taeyong'u tamamen aklımdan çıkarıp Jungkook için kapıyı açtım ve uzun bedeniyle karşımda belirmesini bekledim. Beklentilerim boşa çıkmamıştı ve aksine uykudan yeni uyanmış kadar tatlı gözüküyordu. Dalgalı saçları dağılmış, yüzü hafiften şişmiş ve elindeki tişörtle bana bakıyordu.

"Hey..." dedim gülümsememe engel olamayarak. Böyle olunca, bana yaptığı her şeyi unutabilecek kapasiteye bürünüyordum.

"Hey," diyerek dudaklarını birbirine bastırdı ve tişörtü bana uzattı. "Babanındı. O gün verememiştim, biliyorsun."

Biliyordum. Beni evinden bağırarak kovduğu günden bahsediyordu. Ama şu an umurumda bile değildi. O kadar tatlı gözüküyordu ki ona tekrar sarılma isteğime engel olmak için büyük bir çaba sarf ediyordum.

Uzattığı tişörtü nazikçe aldığım sırada gözlerinin arka taraflarda bir yere kaydığını gördüm. Ben de onun baktığı yöne döndüğümde Taeyong, üstsüz bir şekilde duvara yaslanmış bizi izliyordu.

Tanrı'm...

"Yanlış bir zamanda geldim sanırım." Dedi gittikçe kalınlaşan ve samimiyetini yitiren ses tonuyla. Yüzündeki tatlılık, yerini sert bir ifadeye bırakmıştı.

"Biraz öyle oldu." Diye yanıtladı Taeyong.

Tanrı aşkına ne yapmaya çalışıyordu bu çocuk?

"Taeyong benim arkadaşım." Gibi bir açıklama yapma ihtiyacı hissettiğimde gittikçe kızardığımı biliyordum. Konuyu değiştirmek açısından, "İçeri gelsene." Dedim bu sefer.

İtiraz etme gereği duymadan ellerini gri eşofmanının ceplerine sokuşturdu ve içeri adımladı. Ben de bu sırada Taeyong'a sinirli bakışlarımı sunarak üstünü giymesine dair işaretler vermeye çalışıyordum. Gerçekten rahatsız olduğumu ve kızdığımı anladığında odaya geri dönüp tişörtünü giymiş ve daha sonra yanımıza gelmişti.

Jungkook yavaşça koltuklardan birisine oturdu ve karşısındaki koltuğa kendi eviymiş kadar rahat bir şekilde oturan Taeyong'a dikti gözlerini.

Babamın tişörtünü sehpalardan birisinin üzerine koyup, "İçecek bir şeyler ister misiniz? Babaannem dün limonata istemişti. Sana biraz ondan koyabilirim Tae." Dedim tedirgin bir şekilde. İkisi arasındaki tuhaf gerginliğe bir anlam vermeye çalışırken ben daha çok geriliyordum.

Taeyong hafif bir kıkırdama sundu. "Arkadaşına da nazik olsana Rosie. Ben istemiyorum ama ona da sorabilirsin."

Jungkook gülümsedi. Neden gülümsediğini biliyordum. Ona sormamıştım çünkü alkol ya da sudan başka bir şey içmediğini bildiğim için ona sadece su getirecektim. Ve bunu çok iyi biliyordu.

"Şey... o böyle şeyler içmiyor." Dedim Taeyong'a dönerek. "O yüzden sormadım."

Bozulduğunu anladığımda yanlarından kaçarcasına ayrılıp mutfağa koşuşturmuştum. Neden bu kadar stres olduğumu bilmiyordum fakat bardakları doldururken bile ellerim titriyordu. İkisine de büyük bardaklarda su koyup yanlarına geri döndüm.

"Ne zamandan beri arkadaşsınız?" Diye sordu Jungkook bir anda.

Bardakları önlerine koyduktan sonra Taeyong'a bir bakış atıp yanıtladım. "6 sene oluyordur sanırım. Uzun zamandır görüşmüyorduk ama."

Hafifçe mırıldanıp kafasını salladı. Kendisine olan ilgimi bildiği için egosu göz ardı edilemeyecek kadar tatmin edilmiş gözüküyordu. Nedense büyük bir zaferi kazanmış gibiydi ve yüzündeki ifadede sinir mi yoksa mutluluk mu olduğunu anlayamıyordum.

Taeyong tek kişilik koltuğa oturduğu için ben de Jungkook'un uzun bacaklarının önünden geçerek yavaşça yanına oturmuştum. Bir dizi, çıplak bacağıma çok hafif dokunuyordu. Kollarından birisi koltuğun yanında, diğeri ise hâlâ gri eşofmanının cebindeydi. Sıcak ve temiz kokusu burnuma doluyor, saçlarını okşayarak yanına uzanmak istiyordum. Bütün günümü onu izleyerek geçirebilir ve bana hiçbir umut vaat etmese bile ona aşık olmaya devam edebilirdim. Tuhaf bir histi; tek bir hareketiyle her şeyi unutturup ona yeniden bağlanmanızı sağlayabilirdi. Ve tüm bunların üstüne ben, onu izlemeyi çok seviyordum.

"Evet, uzun zamandır görüşmüyorduk. Ama bugün güzel bir gece geçirdik." Diyerek sessizliği bozdu Taeyong. Ya gerçekten Jungkook'tan nefret etmişti ya da beni kıskanacağını falan düşünerek bunları söylüyordu. Fakat Jungkook'un umurunda bile olmazdı bu; beni o şekilde sevmiyordu.

"Anladım." dedi oldukça sakin ve kalın bir ses tonuyla. Elini cebinden çıkardı ve aramızdaki ufak boşluğa yerleştirdi. Küçük parmağı, tenime güçlü bir çekimle dokunuyordu ve kaskatı kesilen vücudumdan çığlık sesleri yükselmek üzereydi. Ateşler içinde yanıyordum.

Taeyong'un gözleri, Jungkook'un eline kaydı ve geri yukarı çıktı. Suyuna uzanıp tek bir içişte koca bardağın dibine ulaştıktan sonra alnına düşen platin rengi saçlarından çatık kaşlarını oldukça net görebildiğimi fark etmiştim. Fakat şu an ilgileniyor olduğum tek şey sadece Jungkook'un bacağıma olan küçük temasıydı. Hafif, belirsiz, öldürücü o küçük temas.

Kucağımda birbirine kenetli olan ellerim, sıkmaktan kızarmıştı. Nasıl garip bir ortamda olduğumdan çok, Jungkook bana daha fazla temas ederse yaşayıp yaşamayacağımın hesabını yapıyordum.

"Sabah görüşelim Rose." diyerek ayaklandı Taeyong. Yüzündeki tuhaf ve sinirli ifade, ona ısrar etmemem gerektiğini vurguladığı için sadece kapıya kadar geçirmiştim. Yanağıma uzun bir öpücük bıraktıktan sonra bahçeden çıktı ve hızlı hızlı yürümeye başlayıp gözden uzaklaştı.

Bunu beni düşünerek yaptığını biliyordum. Jungkook'u sevmemişti ama ondan hoşlanıyor olduğumu bildiği için yalnız bırakmayı tercih ederek gitmişti. En azından ben böyle olduğunu düşünüyordum fakat neden sinirli olduğuna dair pek bir fikrim olduğu da söylenemezdi.

Jungkook'un yanına döndüğümde onun da ayaklandığını gördüm. Beni fark edince hafifçe gülümseyip, "Sadece tişörtü bırakmaya gelmiştim." Dedi ve gideceğini ifade ederek kapıya yöneldi. Geçirmek için peşinden gidecektim fakat beni olduğum yerde durdurarak beklemediğim bir anda hafifçe saçlarımı karıştırmış ve aynı gülümsemeyi sürdürüp kapıdan kendisi çıkmıştı.

Gerisinde de kalbinin çarpıntı yaptığına emin olduğu kıpkırmızı birisini bırakmış ve ruhumu da kendisine alarak öylece çekip gitmişti.


ikisini böyle hayal edip nasıl ölmediğime hayret ediyorum sadece...

oy sınırı: 68

not: peki ben bunları öpüştürürken napıcam? :')

god knows how i loved • rosékook ✓  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin