❁1❁

274 24 23
                                    

Prens, her zaman nazik biri olmuştur. Onunla olan kısa tanışıklığımızın geçtiği sonbahar günlerinde üstünden hiç çıkarmadığı açık kahverengi kabanı ve ütü çizgileri her daim belli eden düzgün takımının göğsündeki cebine iliştirdiği minik papatyası ve yüzüne yerleşen, güzel yüzüne özgü gülümsemesi ona iyi bir görünüm kazandırırdı. Sabahları tramvay ile seyahat ettiğimiz zamanlar cebinden hiç eksik etmediği ufak cep kitaplarını, elini çenesine koyar, biçimli, seyrek kaşlarını çatar, dikkatle okurdu. Bazı zamanlar güz yağmuru beklenmedik zamanlarda yağmaya başladığında ilk defa görüyormuşçasına tüm dikkatini cama vuran ufak yağmur damlalarına verirdi. Çiseleyen yağmur şehri ıslatmaya devam ederken küçük gözlerini camın ardından akıp giden şehrin inişli çıkışlı kıvrımları üzerinden ayırmaksızın dingin şehir hayatını sessizce seyre dalardı. Kimi zaman rayların altına serili engebeli yol, tramvayı hafifçe sarsar, o ise gülümserdi.

Upuzundu. Saçları kahve, parlak gözleri ise daha açık kahveydi. Gülümsediğinde göz bebekleri şişik göz kapaklarının arasında sıkışmış gibi titrerdi. İnce dudakları narçiçeği gibi pak ve güzeldi.

Yüzü öyle güzeldi ki, belki bu yüzden kendine Prens ismini vermişti. İsmini asla bana söylemedi. Ben de ona söylemedim. Akşam tramvayını beklediğimiz soluk güneşli bir günde, bir genç bayan ve beyefendi kaldırımdan gülüşerek geçtiğinde, genç bayanın dantel işlemeli güneş şemsiyesindeki ufak papatya detaylarına bakarak "isminizi söylemeyecekseniz size 'Papatya' diyeceğim o hâlde." Deyip kocaman gülümsemişti. Yanaklarım kızarmıştı. Çünkü Prens papatyaları çok severdi-sonbaharda bile yetiştirecek kadar hem de-

Prens demişken...
Onun ismini hiç öğrenemedim; canı yandığında koltuğuna sinip, tramvayla eve dönerken başını cama yaslayıp kırmızı gözlerini benden saklamaya çalıştığında, bana hiç bir şey söylemediği için ona kızmak istediğimde bağırarak söyleyeceğim bir isimi yoktu.

Karma karışık bakışlarını gözlerime sabitlediğinde elleri gelişi güzel kucağında bırakılıydı, yüzü darma dağındı. Genç bir insanın yüzündeki cıvıl cıvıl yaşama sevincinin canlı renklerinden eser yoktu, bitmiş gibiydi. Tramvay Otoño'nun meşhur dar sokaklarından birinden geçtiğinde boyunca yükselen binaların ışık dolu, parlak pencereleri, tramvay pencerelerinin camlarına yansımıştı. Saniyelik aydınlanan yüzünde bir gözyaşının esareti parlamıştı. Gerisi kayıtsızdı. Sadece, göz bebekleri karanlıkta belli belirsiz, mistik bir buğuyla parlıyordu. Bu onu son görüşümdü.

Onu ilk kez ağlarken gördüğüm o birkaç saniyenin hüzünlü havası onu göremediğim bir hafta boyu peşimi bırakmadı. Tam bir hafta sabah tramvayını beklediğimiz kaldırıma gelmedi.
Genç bayan ve genç beyefendi yine saat sekiz buçuğu gösterirken kol kola, gülüşerek yanımdan geçti. Güzel genç bayan parlak sarı saçlarını bu gün sarı şapkasıyla gizlemişti. Genç beyefendi ise siyah kadife fötrünü kır saçlarına geçirmişti. "Prens burada olsaydı genç bayanın ince işlemeli şemsiyesine bakar, tebessüm ederek 'güzel şemsiye' derdi." Diye geçirdim içimden.
O beyaz, dantel örgülü ve minik papatya detayları olan güzel şemsiyeyi her gördüğünde böyle söylüyordu.

O gün, Prens'in gelmediği yedinci günün sabahında yine beklentiyle onu beklemek yerine yaklaşan tramvayı göz ardı edip koşmaya başladım. Soylu hanımlar süslü şapkalarının altından, bakımlı ellerini kırmızı dudaklarına götürüp şaşkınca baktılar, büyük malikanedeki yaşlı kadın ve kızları hiç ayrılmadıkları pencerelerinden kınayan bakışlarını bana yönelttiler. Umursamadım.

Asık suratlı editör Prens yerine yeni birini işe aldıklarını söyledi. Yeni elemanlarının Prensin aksine Otoño'nun en iyi üniversitelerinden birinden mezun olduğunu ve tecrübeli olduğunu eklemesi de cabasıydı. Düzene sokamadığım nefeslerim göğsümü sıkıştırıyordu. Küçümseyen bakışlarımı çirkin, tıknazın teki adamın suratından ayırıp Prensin "eski" masasındaki eşiyalarının olduğu ufak koliyi alıp hızla adamın verdiği adrese gittim. Her şey onun bana anlattıklarından çok daha farklıydı. Sadece, anlattıkları arasından bayan Kazanova'nın yalan olmamasını umdum. Yaşlı kadının kapısını derin bir nefes eşliğinde çaldım. Prensin dairesi kilitliydi. Ona nerede olduğunu bilip bilmediğini sorucaktım.
Bir iki çalış sonrası kapı gıcırdayarak açıldı. Ağzımı açmıştım ki bayan Kazanova'nın solgun yüzü duraksamama sebep oldu.

Ve biliyor musun, o an, o kasvetli binaya girdiğim o ilk andan itibaren iyi bir şeylerin olacağını hissetmiyordum. Gözlerim sebepsizce doluyordu- belki de sadece tozdu-
Bilemiyorum. Ama yaşlı kadının buruşuk, lekeli yanaklarını ıslatan yaşlar da değersiz olamazdı.

Orada oturup ne kadar ağladım bilemezsin. Ufak tefek, sarıya boyanmış bir saksı ellerime tutuşturulduğunda titreyen ellerin sahibi kadına bakamadım bile. Yanaklarım da göz kapaklarım da yanıyordu. Yanağımdan süzülen iri bir damla kucağımdaki küçük saksıdaki masum papatyalardan birinin beyaz yapraklarını sarstı. Bu güzel papatyalar sahip olduğu tek şeydi.

Buna dayanamıyorum. Şimdi üzerinden yıllar geçmesine rağmen o günü hatırladığımda canım nasıl yanıyor bir bilsen!
Ellerimin nasıl titrediğini görebiliyor musun? Bak, ya göz yaşlarım...benden izinsiz akıyorlar. Bir şey yapamıyorum, söküp atamıyorum. O papatyalar hep kurudu. Hâlâ saklıyorum. Dokunduğumda bedenim titriyor. Ya kitapları? Onlar hâlâ kitaplığımda. Şiirlerini yazdığı eski defteri de öyle. Açıp açıp okuyorum. Bir bilsen öyle güzeller ki...
Ah şu göz yaşlarım! Gülümsediğimde bile durmuyorlar. Tanrı bilir ne kadar çok yaş döktüm.

Ellerim hala titriyor, baksana!
O gün de aynı böyle oldu. Hatta o soğuk, taze toprağı gördüğümde kanım çekilmiş gibi oldum. Dizlerimin bağı çözüldü adeta. Öyle sıskalaştılar ki, dizlerimin pervasızca yerdeki balçıkla buluşması kaçınılmazdı. Avuçladığım toprağın altında onun morarmış bedeninin yattığını düşündükçe aklımı kaçırmış gibi hissediyordum. Gözyaşlarım çağlayan gibi oluyordu. Bayan Kazanova ilerdeki meşenin yanında durmuş, arkasını bana dönmüştü. Zavallı kadının omuzları durmadan sarsılıyordu.

Biraz sonra yağmur çok az atıştırdı. Bayan Kazanova dayanamadı, yalnız yaşadığı birinci kattaki dairesine çekildi. Yağmur durduğunda sadece, saçlarım ve çamura bulanmış dizlerim ıslanmıştı. Salık perçemlerimin bir tutamı yanaklarıma yapışmıştı. Islak dudaklarımın arasından cansız ve kesik hıçkırıklar yükseliyordu. Aklım almıyordu.
Büyük malikanedeki genç kızlar pencereye çıkıp beni yalnız gördüklerinde, Prens'in bir daha asla dönmeyeceğini anladıklarında üzülmeyecekler miydi?

Her sabah kaldırımda tramvayı beklerken Prens, genç bayanın şemsiyesine bakıp sayıkladığında genç beyefendi artık sevgilisine bakan bu genç olmadığı için mutlu mu olacaktı?

Ya bayan Menekşe?
Adını bilmediğim bu kadına ona akşamları güzel menekşeler verdiği için 'bayan Menekşe' diyen Prens artık olmadığı için nerede diye sormayacak mıydı?
Bayan Menekşenin güzel menekşelerini her gün gülümseyerek bana uzatan bu adam olmadığı için ben üzülmeyecek miydim, peki?

Yapayanlız ve mutsuzdum. Sadece bir arkadaşım vardı. Ve o da bir prensti. Ne kadar şanslı hissediyordum bir bilsen!
Mutlu ya da üzgün ona sığınıyordum. O gitmeden çok önce kaldırımda eve yürüdüğümüz bir gün " Sizden iki yaş büyüğüm Papatya. Bir sorununuz olursa bana danışın lütfen." Demişti gülümseyerek.
O zamanlar yirmiüçümdeydim.
Ama biliyor musun, sonradan öğrendim benden bir sene küçük olduğunu.
Ona kızmıyorum, asla. Prens iyi bir yalancıydı.

Prens ÖlürseHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin