Selamlar bebekleeer.
Üç kısımdan oluşturacağım bu hikayenin bu ikinci kısmı. Hani şimdiye kadarki süreç giriş idiyse, bu kısım gelişme bölümü. Yaklaşık bi on bölüm de buradan yazdıktan sonra sonuç kısmı ile hikayeyi bitirmeyi düşünüyorum. Evet. Sıfır plan ile yaşayan biri olarak, bu şekilde düşünebilmem bence de şok edici. Katılıyorum.
İyiiii okumaaalaar.
Adios!!
***
"Affedersin de sikerler öyle işi."
Dejavu.
Anlamını belki bilmeyenler için sözlüğümüzde şöyle geçiyor tanımı: Bir yeri daha önce görme veya bir olayı daha önce yaşamış olma duygusu. Bundan sonra ömür billah kullanmayacağım, kullanmak istemediğim bir kelime. Ve ağzımdan çıkan cümlenin geçen sene kurduğum cümle ile aynı olmasının sinir bozuculuğunu azaltan tek bir şey vardı: karşımdaki insanın aynı kişi olmaması.
Ya da yaşadığım durumun.
Bundan sonra asla, asla ama asla kendimi öyle bir durumda bırakmayacaktım. Bir kere terk edildim, tamam teorik olarak terk edilme sayılmasa da sonuçta bırakılmıştım ve yeterince kendimi suçlamıştım. Tam sorunun bende olmadığını fark edip başka bir dişiye şans vermek istemiştim ve işte ne olmuştu?
Yine terk edilmiştim. Ve inanın bana teorik olarak terk edilmek, gerçekten edilmekten daha beter.
Nasıl mı? Açıklayayım. Biri hayatınızdadır, değer verirsiniz ve o da size değer verir. Sonra bir gün gelip de size artık yürümediğini söylediğinde bu bir terk edilmedir. Acı çekmeye hakkınız vardır, üzülmeye. Ya da biraz daha dramatikleştireyim, aşka küsmeye. Ama teorik olarak terk edildiğinizde, acı çekecek hakkı bile kendinizde görememek.. Boktan bir şey. Ve sikerler öyle işi, bende kotası doldu.
Ve işte. İkinci teorik olarak terk edilişimin üzerinden yaklaşık üç veya dört ay sonrasında bendeniz Yiğit, Güney Kore'de, Budist rahipler gibi deyip dura dura sonunda adamların memleketine kendimi attırıp, münzevi bir hayat yaşamaya karar vermiştim. Kore projesini kabul etmek için iki şart koşmuştum şirkete: Bana erkek bir tercüman bulun ve asla soju içirmeyin.
Sağ olsunlar, ya beni gizli gizli seksist bir kadın düşmanı bellemişlerdi ya da gay, bilemiyorum açıkçası umurumda bile değildi, istediklerimi vermişlerdi bana. Tercümanım Türk bile değildi. Dong çekik gözleri, neredeyse yarıma kadar gelen boyu ve sakalsız suratı ile tam bir Koreliydi.
Ve keşke bana düzgün yemek yiyebileceğim yerler bulabilseydi.
Tamam iyi bir çocuktu ama her defasında, her ALLAHIN GÜNÜ, aynı şeyler yedire yedire içim dışım noodle ve yosun olmuştu. Sabahın köründe koşuya gitmesem, yüz elli kilo olarak dönecektim memlekete ve Allahını seversen ya, kilo almama sebep olan şeyler de kebap, iskender, künefe değildi. Bardakta ramen yemekten insan kilo mu alırdı? Çocuğa da üzülüyordum ama napayım, şartlar bunu gerektiriyordu işte.
"Yiğit Bey," dedi Dong Türkçe olarak. Kendisi ile burada bulunduğum süreçte mümkün olduğu kadar İngilizce veya anlayabildiğim kadar Korece konuşup dilimi geliştirmek için bu şekilde anlaşmıştık ama genelde beni sinir edecek cümleler aradığında Türkçe söylüyordu. "Üniversite birinci sınıfta okul parasını çıkarmak için saçma sapan bir marketin önünde ahtapot kıyafeti giyerek dans etmiştim," Ahtapot da yasaklı kelimeler arasındaydı. Aklıma gelmemesi gereken kişileri getirmemesi için kafamın içerisinde ve o salak defterde yazdığım kelimeler arasındaydı. Onu hatırlayınca bile bir anda beynimin içinde fişek çakıyor olması.. Saçmaydı. "Ve o bile size tercüman olmaktan daha kolaydı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Doğuştan Rahatsız
HumorOna aşık olduğumda, sekiz yaşındaydım. Tüm Dünya bir yana o bir yana, kardeşimin okula başladığı gün. Her teneffüs yanına geleceğim diye yemin ettirmek için ayakkabılarımı saklayan kardeşimin. İlk teneffüste ondan iki sınıf üstte olmanın verdiği Mir...