Duş başlığından akan suyun bedenindeki kanı beraberine katıp götürmesini izliyordum göğsünde. Tuhaftı. Ne ben konuşuyordum, ne de o. Susuyorduk sadece. Söyleyecek sözlerimiz olmadığından değil, dilimizde bunu yapacak tâkat kalmamıştı çünkü. Yorgunduk, ruhen olsun, bedenen olsun...
Küvette, başımızdan aşağıya sıcak su akarken biz sadece sarılmış bekliyorduk. Kaç saat olmuştu? Derim saatlerdir suda kaldığı için süngere dönmüştü. Ama Hyunjin temizlediğinden, vücudundaki tüm kanın gittiğinden, kokusunun kaybolduğundan emin olana kadar çıkmak istemiyordu. Tırnaklarına sıkışmış et parçalarını kendim temizlemiştim. Nasıl oldu da ağlamadım, nasıl oldu da o Derek'in parçalarını kusarken yanında kalabildim bilmiyordum. Dostoyevski bir kitabında 'Çok tuhaftı. Ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu. ' diyordu. İnsanın içine atmasının, güçlü görünmeye çalışmasının en yorucu hali bu olsa gerek...
Ağlıyor muydu o? Çözemiyordum. Yüzünden akıp giden su muydu yoksa gözyaşlarını suyla mı gizliyordu? Kafamı kaldırıp çenesine bir öpücük bıraktım. Kırıp dökmeye gerek yoktu, sessizce kabullenmeyi öğrenmiştim. Hyunjin istediğim gibi bir insan olamadı diye onu zorlayacak da değildim. Ne sadece onun sevgisiyle, ne sadece benim sevgimle asla mutlu olamazdık. Şimdi ayrılırsak, kaçırdığımız şeyler için geri dönmek imkansızdı. Zamanımız küslüklere ayıramayacağımız kadar kıymetliydi. Zaten bugün başımızı yastığa koyduğumuzda, yarın gözlerimizi açıp açamayacağımızın garantisi yoktu.
Aslında bir şey seçebilseydim, unutmayı seçerdim. Her şeyi geride bırakıp yoluma devam etmek. Ama bu ihtimal bizi kavuşturmaz. Gerçekler değişmezdi, onunla bir mâzim vardı ve ikimizde bunu ölene dek unutamazdık.
'Ne yapmış olursan ol,' dedim kollarım beline sarılı, başım göğsüne yaslı, kucağında otururken. Bakışları bana döndü, gözlerinin feri sönmüştü. Gözleri açık ölen insanlar gibiydi ama. Ceset gibiydi... Kaybolmuş gibiydi... Sanki karanlık, dikenli, upuzun bir yolda yürüyordu. Ayakları çıplaktı, ayaklarına dikenler batıyordu. Ve o hiçbir şey görmüyordu. Artık o kadar alışmıştı ki karanlığa, dikenlere, yürümeye... Gözleri bomboş bakıyordu, açıkta olsa, kapalı da olsa gördüğü tek şey karanlıktı. Işık olmalıydım. Yürüdüğü o karanlık yolun başında, onu bekleyen bir ışık olmalıydım.
'Ne hissetmiş olursan, kimi sevmiş, kimi kırmış olursan ol... Bana gel. Ellerinde kan da olsa, ellerinde ölüm de olsa, o ellerle başkasının canına kıymış da olsan bana gel. Yanında olacağım, arkanda olacağım, içinde olacağım. Ne yaparsan yap seninle olacağım. Kim ne derse desin, tüm dünya karşında olsa bile ben göğsümü gere gere, ellerimi masaya vura vura senin yanında olduğumu haykıracağım onlara. Bu şekilde olmaz sevgilim, böyle olmaz. Şimdi ki gibi olmaz...Ne sen unutabiliyorsun beni, ne ben vazgeçebiliyorum senden. Ama öyle bir haldeyiz ki ne sen yaşayabiliyorsun beni, ne de ben hissediyorum seni...'
'Özür dilerim.' Dedi gözlerini gözlerime kenetlerken. 'Ben aşkımızı deniz kıyısında kuma yazılan bir yazıdan ibaret sanmıştım. Ne zamanki bir dalga gelse ve dövse kıyıyı, o zaman silinecek sanmıştım. Silinecek ve aşkımızdan geriye eser kalmayacak sanmıştım. Gidersin, ben de sırtının ne kadar güzel olduğunu izlerim sanmıştım. Sanmıştım ki çok ağır konuşursun, öyle ağır konuşursun ki suratıma kusuyormuş gibi, küflü ekmek çiğniyormuş gibi, üzerime kovalarca kaynar su dökülüyormuş gibi hissettirirsin. Gidecek tek yetim sendin ve orayı yakarsın, beni evsiz bırakırsın sanmıştım. Şimdi...'
Şimdi yüzünden akan damlaların su değil de gözyaşı olduğuna emindim. Hafifçe değdirdim dudaklarımı dudaklarına. 'Teşekkür ederim diye fısıldadı ağzımın içine doğru. Bornozlarımızı giyip banyodan çıkabildik nihayet. Hala temizlendiğini hissetmiyordu. Midesindeki öz suyuna kadar her şeyi çıkartmıştı, o kadar çok suda kalmıştı ki deri değiştirmişti resmen. Böyle olmak istemiyordu, böyle olmak istemediği her halinden belliydi. Onun hatası değildi, kendini kontrol edemiyordu. Komodindeki telefonu elime aldığımda Minho Hyung'tan sayamayacağım kadar çok cevapsız arama vardı. Sadece bir kaç saattir yoktum ve çoktan ortalığı ayağa kaldırmıştı bile. Onu arayıp telefonu kulağıma götürdüm. Saniyesinde cevap gelirken ben daha bir şey demeden konuşmaya başladı.
'Tanrı aşkına nerdesin sen!? Neden açmıyorsun telefonu?'
'Hyunjin'leydik, duy-'
'Hyunjin'le misin?! İyisiniz değil mi? Bir şeyiniz yok?'
Ses tonu hem endişeli hem kızgındı. Hyunjin ile olmama neden bu kadar tepki vermişti? Bir şeyden de haberi yoktu. Yoksa var mıydı?
'İyi olmamam için bir sebep mi var?'
'Hastanenin önünde görmüşler sizi. Hyunjin'in üstü kan içindeymiş ve kavga ediyormuşsunuz.'
'Hastane mi? Gitmedik ki hiç oraya. Evdeyiz sabahtan beri.'
Bir kaç yalan uydurup telefonu kapattıktan sonra Hyunjin'e döndüm. Telefonuna bakıyordu. Yüz ifadesi tuhaftı. Yanına gidip böyle tepki vermesinin sebebinin ne olduğuna baktım.
Gözlerim ekrandan Hyunjin'e dönerken telefonun çalması bakışmamızın yarıda kesilmesine sebep olmuştu. Chan Hyung arıyordu. Hyunjin telefonu alıp kulağına götürürken kuru bir sesle alo demişti.
'Bana o haberlerle bir ilgin olmadığını söyle. '
▪️▪️▪️
Yoğundum bugün çok, ancak bölüm yazabildim. Üzgünüm 😔
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Omegaverse | Hyunlix
Fanfiction'Artık sözünü tutma zamanın geldi Felix.' Yan shipler: Minsung, Chanchang, Seungin 1#Straykids/170122 4#Felix/180122