Sınırları aşmak zor değildi. İnsanlar beni görmüyordu bile. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde havayı kontrol edebiliyordum. Etrafımdaki rüzgarı hissediyordum, kendime çekebiliyordum, itebiliyordum...O rüzgarla bir fırtına yaratıp her şeyi içine kalabilirdim. Etraflarındaki havayı çıkararak insanları boğabilirdim, rüzgarı bir bıçak gibi kullanıp her şeyi yarabilirdim.
Surların önüne geldiğimde adımlarımı yavaşlatıp yukarı baktım. Nerdeyse 10 metrelik surlarda onlarca alfa nöbet tutuyordu. Ellerindeki silahların namluları bana çevrildi. Siyah ceketimin başlığını burnuma kadar indirmiştim. 'Kimsin sen?!' Diye bağırdı yukarıdaki adamlardan biri. Nasıl girmeliydim içeriye? Hepsini fırtınaya katıp surlardan aşağıya düşüşlerini mi izlemeliydim?
Mutluydu.
Sevgilim şu an mutluydu. Gülüyordu. O gülüyordu ve sevgilisi insanların gülüşünü yüzünde soldurmaya gidiyordu. Onu hissediyordum. Ve işin kötü tarafı...
O da beni hissediyordu.
Fark edecekti. İçimdeki canavarın yüzünü maskeyle örttüğümü öğrenecekti. Saçlarıma karışan ölümün kokusunu alacaktı.
Kaçınmasam kafama saplanıp beynimin akmasına sebep olacak kurşunu rüzgarla tam alnımın önünde durdurdum. Havada asılı bekleyen kurşunu parmaklarımın arasına aldığımda insanlar bana hayretle bakıyordu. Kurşunu avuç içlerimde tutuyordum, dahası avucumun yukarısında asılıydı. Bana dönük olan ucunu yukarı, surlardaki adamlara çevirdim. Kurşun tıpkı bir silahtan çıkmış gibi havayı hızla yarıp hedefime ulaştı.
Adamın elindeki telsize.
Onları öldürmeyecektim. Daha güzel bir avım varken açlığımı onlarla doyurmayacaktım. Rüzgar bedenimi havlandırırken bir saniye bile geçmeden surun üstünden diğer tarafa geçmiştim bile. Eğer yeterince hızlanırsam kaybolurdum. Diğer bir deyişle ışığın hızına ulaşabiliyorsem ışınlanmış olurdum ki yaptığım da buydu. Onlar sırtlarını dönmeye kalmadan ben çoktan şehre girmiştim .
Ellerim ceplerimde burnuma dolan iğrenç ama karnımı acıktıran kokuya doğru emin adımlarla ilerlemeye başladım. Annesinin elini tutan küçük bir kız çocuğu gördüğümde duraksadım. Dudaklarıma sahici bir gülümseme yerleşirken onların yanına yürüdüm. Annesi çocuğun elini bırakıp onun için balon alırken çocuğun boşta kalan elini tuttum.
Arkamdan kadının çığlıklarını duyabiliyordum.
Bir saniye elini bıraktı diye çocuğunu kaybetmişti. Farkında değildi ama o çocuğunu kaybedeli günler olmuştu.
Şehirden uzaklaşmamız saniyelerimizi almamıştı. Uçsuz bucaksız bir yaylaya geldiğimizde kız çocuğunu kucağımdan indirdim. Kapüşonumu çıkardığımda mavi gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
'You seem to miss me.'(Beni özlemiş gibisin.)
Karşımdaki küçük kız silueti uçup yerini iğrenç bir yüze bıraktı. Yaraları iyileşmişti. Yaralarının iyileşmesi güzeldi, yenilerini açmak istiyordum çünkü. Vücudunda yara alacak tek bir yer kalmayıncaya dek parçalayacaktım onu.
'Honestly, I didn't miss you but I knew you would come'(Açıkçası seni özlediğim söylenemez ama geleceğini biliyordum.)
Öleceğini çoktan kabullenmişti. Çünkü içimdeki canavarın varlığından haberdardı. Harelerim ateşe bürünürken gözlerimin beyazı siyaha dönmüştü.
'But...that doesn't mean I'll accept defeat easily. For you, I will prepare the most painful victory possible.(Ama bu yenilgiyi kolayca kabul edeceğim anlamına gelmiyor. Senin için, mümkün olan en acılı zaferi hazırlayacağım. )
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Omegaverse | Hyunlix
Fanfiction'Artık sözünü tutma zamanın geldi Felix.' Yan shipler: Minsung, Chanchang, Seungin 1#Straykids/170122 4#Felix/180122