3

383 59 23
                                    

yeni açmaya başlamış kiraz çiçeklerinin kokusuyla dolu bahçede prensin iki adım gerisinde yavaş adımlarla yürüyordum. konuşmuyordu, yalnızca zeminde adım seslerinin duyulmasına izin veriyor, ara sıra başını hafifçe çevirip bana bakıyor, sonra yeniden önüne dönüp yürüyüşüne kaldığı yerden devam ediyordu. dün gece o çok beklenen rapor gelmişti fakat yazılanlar hiç de iyi değildi.

kaybediyorduk. kazanacağımıza olan inancımızın tam olduğu bu savaşı kaybediyorduk. prens sungchan elinden geleni yaptığını ancak moğol askerlerinin çokluğu ve araziyi bilmelerinin yanında gayretinin hiçbir işe yaramadığı yazılmıştı raporda. dünden beri bir boşluk yakalayıp prensten cepheye gitmek için izin istemeyi düşünüyordum. gidersem oradaki durumu daha iyi kavrayabilir, savaşı bizim lehimize çevirebilir belki de kazanmamızı sağlayabilirdim. ancak her şeyden önemlisi elbette prensin hayatta olmasıydı. onun sağlıklı bir şekilde başkente geri dönmesini sağlarsam her şey mükemmel hale gelirdi.

bunlar yalnızca benim düşüncelerimdi, prens jaehyun'un hiçbir şekilde haberi yoktu. bugünkü yarım saatlik yürüyüşümüzde ne yapıp ne edip konusunu açmayı planlıyordum. son beş dakikadır kimsenin bizi rahatsız etmemiş olması da bunu mümkün kılıyordu. ben de bu durumu değerlendirmeye karar verdim. duruşumu düzeltip kendime güvenen ses tonumla konuşmaya başladım.

"sizden bir ricam olacaktı majesteleri."

sesimle yürümeyi bırakıp bana döndüğünde kaşlarını hafifçe çatmış yüz ifadesine baktım. başını devam etmem anlamında salladığında yutkunup yeniden konuşmaya başladım.

"prens sungchan'ın yanına cepheye gitmek için sizden izin istiyorum efendim."

"hayır."

net cevabıyla bocalayışımdan faydalandı, bana yeniden arkasını dönüp yürümeye devam etti. hızla birkaç adım atıp ona yaklaştım.

"efendim eğer oraya gidersem savaşı kazanmamızı sağlayabilirim en önemlisi prensi hayatta-"

"sana hayır dedim komutan, hayırın ne anlama geldiğini bilen bir adama benziyorsun."

"elbette biliyorum efendim ancak-"

"o halde neden hala ısrar ediyorsun?"

tok sesinde hissettiğim sinirle olduğum yerde kaldım. bakışları artık kızgındı, sinirinin ateşiyle parlıyordu. tek kelime daha etsem sesindeki sinir artacak, tonu yükselecek, belki de duymayı beklemediğim şeyleri duyacaktım. bu yüzden sessiz kalıp başımı eğdim. arkasını dönmesini, yürümeye devam etmesini beklerken o bana sırtını çevirmedi.

"oraya gitmek, savaşı kazanmak, kardeşimi saraya sapasağlam getirmek. bunları yapacağını düşünüyorsun, bunları yapmayı istiyorsun. peki ben ne istiyorum bunu biliyor musun? ne istediğimi hiç düşündün mü komutan?"

kaşlarımı çatmış, soylediklerine bir anlam vermeye uğraşıyordum. prens ne istiyor? prens jaehyun neyi bu kadar çok istiyor?

taht.

korkuyla aldığım nefes ağzımı açık bırakırken dudaklarımı birbirine bastırdım. zaten kazanmamızı istemiyor dedi bir ses içimden. asla istemedi bunu. hatta veliahtın dönmemesi işine gelir. prens sungchan dönmezse yerine o geçer. veliaht olur ve tahtı garantiler. çok zekice dedi aynı ses. çok zekice majesteleri.

çok adice diye fısıldadı bir başkası. kendi öz kardeşini bile isteye ölüme göndermek. kanından canından olanın ölümünü beklemek çok adice, çok zayıf, çok çaresiz.

"artık biliyorsun."

alnımda hissettiğim nefesinin getirdiği irkilme hissi bile yüzüme yerleşen dehşet ifadesini dağıtamadı. nefesimi tutmuş öylece karşısında dikiliyordum. gözlerimi kapayıp bir sonraki sözlerini beklerken kalbim deli gibi çarpıyordu. kardeşini öldürmek isteyen birine itaat ettiğimin farkındalığı ile, korkuyla ve delicesine çarpıyordu.

"aklından ne geçiyor bilmiyorum ama asla cepheye dönmeyi düşünme. çünkü savaşı kazansak bile sungchan saraya sağ sağlim dönmeyecek."

artık yumruklarımı sıkıyordum. başımı hışımla kaldırıp yüzüne baktığımda hakaret etmemek için dilimi ısırıyordum resmen. konuşmuyordum ama gözlerimdeki hiddet her şeyi anlatmaya yetiyordu.

"gitmeyi aklından bile geçirme komutan. sakın yapayım deme bunu."

sessiz kalıp yüzüne bakmaya devam ettim. o da bir süre gitmeyeceğimi teyit etmek istercesine bana baktı. açıkça sessiz kal diyordu bana. izle. içimde bağırıp çağıran sesleri susturmaya çalışıyordum ancak bir faydası yoktu. o cinayet işleyecekti, belki de çoktan yapmıştı bunu. onu durdurmamı istemiyor hayır, o durmak istemiyor. hırsı gözünü kör etmiş farkında değil. en ufak bir açık verirse idam edilecek, umrunda değil. ama senin umrunda doyoung, sen onu önemsiyorsun.

içimdeki sesi tasdik ettim. evet, onu önemsiyorum. ancak bir kölenin efendisini önemsediği gibi değil, bir kağıdın onu lekeler içinde bırakan mürekkep dolu fırçayı önemsediği gibi. köle ay sonunda alacağı bir güleryüz, belki biraz merhamet için önemser efendisini; kağıdın hali ise bir köleden bile beterdir. çünkü kağıt o mürekkep üzerinde olmadan beş para etmeyeceğinin farkına varmıştır. ben ise onu yakından tanıdığım bu birkaç ay içinde majesteleri olmadan bir hiç olduğumun farkındayım. efendisini kurtarmak için çırpınan bir köle değil; aksine anlam kazanmaya çalışan bir kağıdın, bir parşömenin çabası içindeyim. bana anlam katan o şeyi kurtarma çabası içinde.

bu yüzden ona asla gitmeyeceğim hissi verdiğime emin olana kadar önünde diz çöktüm. birkaç uzun dakika sonra omzumda hissettiğim elleri ile başardığımı anladım. buruk bir şekilde başımı kaldırıp yüzüne baktığımda birkaç dakika öncesine kadar gözlerinde dolup taşan sinir ve hırs yerini güvene bırakmış gibiydi. rol yapıyorum diye bağırmak istedim suratına. yalan söylüyorum sana. asla affetmeyeceğin, geri dönüşü olmayan bir yalan söylüyorum.

"sana güvenebileceğimi biliyordum komutan."

içimi yaralayan bu sözleri de kolayca söyleyip konutuma dönebileceğimi mırıldandı. zihnim söylediklerine takılı kalmışken adımlarım beni odama götürmüştü bile. gidersem ihanet sayacaktı, emindim bundan. ancak göz göre göre veliahtı ölüme gönderemezdim, buna seyirci kalacak yürek yoktu bende. doğruyu yapıyorsun doyoung, diye mırıldanarak kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. prens kızacak, çok kızacak hem de. ama tahta geçmenin daha adil yolları var, en azından öz kardeşini öldürmekten çok daha adil yollar var.

böyle düşünürken bir yandan da üzerime rütbemi belli etmeyecek siyah kıyafetler geçiriyordum. kemerimin her yanını küçük hançerlerle donatıp ok kılıfımı, yayımı ve kılıcımı da hazırladıktan sonra dışarıya çıktım. kışlanın harasına gidip seyisin atımı çözmesini beklerken nereye gittiğim sorusunu cevapsız bıraktım. herkes her şeyi bilmek zorunda değil diye geçirdim içimden. ihanetimi herkes öğrenmek zorunda değil. sarayın uzun ve korunaklı duvarlarının ardına son kez göz gezdirirken parlayan fenerlerin arasında prens jaehyun'u gördüm. yanında bayan kwon, anladığım kadarıyla bir gece yürüyüşüne çıkmışlardı. bembeyaz ay ışığının altında zaten fazlasıyla beyaz olan yeni mümkünmüşçesine daha da beyazlaşmış, bir kez daha her görüşümde bana bulutları anımsatan o haline bürünmüştü. bayan kwon'un yaptığı bir şakaya güldüğünü tahmin ediyordum. dudakları yanaklarına kavuşmuş, yüzünü keyifli bir ifade kaplamıştı. kendime son kez izin verip bu mucizeyi izlemeye devam ettim. sanki hissetmiş gibi birden başını çevirip benim olduğum tarafa baktığında içgüdüsel olarak eğilerek atıma daha çok yaslandım. bir süre gözlerini oyalandırdıktan sonra arkasını dönüp bayan kwon ile yürümeye devam ettiğinde yeniden dikleştim.

"bağışlayın majesteleri."

son kez bedenine baktıktan sonra atın bağrına bir tekme attım. güçlü bir kişnemeyle dört nala koşmaya başladığında eyerleri sıkı sıkıya tutuyordum. soğuk rüzgarlarla yarışır gibi moğol bozkırlarına doğru ilerlerken efendimden özür dilemekten başka bir şey gelmiyordu elimden. kölenin acizliği diye mırıldandım. kağıt değilsin artık.

desireHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin