8

350 58 16
                                    

ne kadar zaman geçti bilmiyorum. gözyaşlarım omzuna düşmeye devam ediyor, onlara engel olamıyorum. başımı boyun girintisine gömmüş, daha fazlasına ulaşmaya çalışıyorum. kokusuna, benliğine. belimdeki parmakları sıkılaştığında onun da benden farksız olduğunu anlıyorum. aylardır susuz kalmış da bulduğu ilk kuyudan kana kana içer gibiyiz ikimiz de, aceleci ve doyumsuz. ancak belimdeki parmaklar gevşeyip sırtıma ilerlediğinde anlıyorum ki buna bir ara vermeliyiz. boynuna doladığım kollarımı çözüp geri çekildiğimde heyecanlı yüzüyle karşılaşıyorum. zayıflamış, çenesi, elmacık kemikleri çok daha belirgin, sanki biraz da rengi solmuş, teni hatırladığımdan daha beyaz. gözlerinde aynı parlaklık, aynı güven verici bakışlar. dudaklarına yerleşen küçük bir tebessüm ile ben de gülümsüyorum. sırtım hala tahta kapıya yaslı, öylece izliyorum onu. yüzünün her bir köşesini yeniden ezberlemek, hatırlamak istercesine hızla hareket ediyor gözlerim. boynundan çözdüğüm parmaklarım belinde kendilerine yer buldu bile. ikimiz de konuşmuyoruz, yalnızca gözlerimizle keşfediyoruz birbirimizi bir kez daha.

"hiç değişmemişsin."

söylediği şeye hafifçe gülüp başımı yere eğdim. gözlerim kapalı öylece durmuş yeniden konuşmasını beklerken ensemde hissettiğim parmakları ile hızlı birkaç nefes aldım.

"saçların uzamış."

saç diplerimi okşayan parmaklar, orada fazla oyalanmayıp çeneme yöneldiğinde başımı yavaşça kaldırıp yüzüne baktım. o ise eli ile beraber kendini de geri çekip dakikalar sonra benden uzaklaştı. o an buna ara verdiğimizi anladım, özlem gidermeye yani. devamı gelecekti, evet ama şimdi daha önemli işlerimiz vardı.

"neden buradasınız majesteleri?"

"sungchan'ın bir adamı, senin masum olduğunu söyledi, her şeyi kendisinin yaptığını, bir defter çıkarıp kayıtları sana gösterdikten sonra sungchan'a haber verdiğini, tuz kaçakçılığı yapanın kendisi olduğunu. masumiyetin kanıtlandı, doyoung. seni saraya götürmek için geldim."

duyduklarım karşısında tek kelime edemiyordum. masumiyetim kanıtlandı demek. ama birdenbire böyle olması çok saçmaydı. birdenbire saraya dönmem, birdenbire başkasının suçu üstlenmesi. bu işin içinde başka bir şey vardı.

"bazı eksikler olduğunun farkındasın değil mi?"

başımı yavaşça sallayıp gözlerine bakmaya devam ettim. odanın ortasındaki masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturduktan sonra benim de oturmamı işaret edip arkasına yaslandı.

"o gün yaşananları bana anlatmanı istiyorum doyoung. hiçbir şey atlamadan."

sesinde hissettiğim sertlikle oturuşumu dikleştirip günü başından sonuna kadar anlattım her şeyi. prens sungchan'ın odasına girişimi, benimle sohbetini, defteri, askerlerle beraber gelişini her şeyi hiçbir detayı geçiştirmeden anlattım. ben anlattıkça gözlerindeki sinir artıyor, ellerini daha çok daha çok sıkıyor, çenesi sinirden titriyordu. lafın sonuna geldiğimde artık onu nasıl sakinleştireceğimi düşünmem gerekiyordu ki o asla kolay kolay durulacak biri değildi. bir süre sessiz kalıp soylediklerimi sindirmesini bekledikten sonra kollarımı birbirine bağlayıp arkama yaslandım ve onu incelemeye başladım. sıkıntıyla nefes verip başını kaldırdı, gözleri mağrur bakıyordu artık.

"yıllarca buna nasıl dayanabildin, bütün bu haksızlığa, bu iftiraya?"

cevap vermek yerine başımı yere doğru eğip sessiz kaldım. asla dayanamamıştım zaten. hiçbir zaman atlatamamış hep içimde tutmuştum. ancak şimdi bunları konuşarak berbat halde olan moralini daha da dibe çekmek istemiyordum. bu yüzden elimi şöyle bir sallayıp unutun gitsin diye mırıldandım. şimdi her şey geride kaldı. kırgın gözleri beni süzmeye devam ederken ayağa kalkıp bir elini omzuma attı, kendini zorlayarak bana bir gülümseme sundu. sonra başıyla dışarıyı işaret edip beni beklemeden, çünkü zaten onu takip edeceğimden emindi, kapıya yöneldi. onu boşa çıkarmayıp peşinden odadan çıktım.

desireHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin