kılıcını hırsla savurup ileriye atıldığında son anda yaptığım hamleyle onu uzaklaştırdım.
"hadi ama doyoung daha saldırgan biri olduğunu biliyorum, bu yanınla tanıştım."
kelimeleri beni sinirlendirmek için özenle seçiyordu. ona istediğini verecek miydim, elbette hayır. yüzüme bir gülümseme yerleştirip ona baktığımda sinirlenenin o olduğunu anlamam uzun sürmedi. dişini alt dudağına bastırıp gözlerini üzerime diktiğinde başlıyoruz, diye mırıldandım. bir kez daha.
o mucizevi gecenin üzerinden iki hafta geçmişti. ertesi sabah uyandığımda onu yanımda görmeyi ummuyordum elbette, kendimi gideceğine inandırmıştım ancak gözlerimi açar açmaz aldığım kulağımda hissettiğim kalp atışlarıyla tüm gece yanımda olduğuna emin olmuştum. heyecanımdan mı bilmiyorum gecenin bir yarısı uyanmış ay ışığı vuran pürüzsüz tenini incelemiştim. yüzünün her bir ayrıntısını sakince acelem olmadan izlemiş, aklıma kazımıştım. bıraktığım küçük izler kendilerini yavaş yavaş belli etmeye başlamıştı. parmak uçlarımı onların üzerinde gezdirip şekillerini çizmiştim usulca. düzenli nefeslerini dinlerken yaşadıklarımın bir rüya olduğunu düşünmeye başlamıştım. burada, benim yatağımda, başım kalbinin üzerine, elleri saçlarımda ve belimde. asla bitmesini istemeyeceğim bir rüya gibiydi. bedenimi biraz yukarıya kaldırıp ona daha çok sokulduğumda burnumu hafifçe boynuna dokundurup gözlerimi kapatmıştım.
"hala uyumadın mı?"
az da olsa uykulu sesi kulağıma ulaştığında doğrulmak istemiştim ancak o beni kendine bastırıp eliyle başımı kendine çevirmişti. sıra bende der gibiydi bu hareketi. ona izin verip yüzümün her köşesine hızlı bakışlar atan gözlerine baktım. kömür gibi siyah, bir çift ışıldayan kömürdü gözleri. uykulu olsa da parlamaya devam ediyorlardı. bakışları yanağıma, oradan burnuma, dudaklarıma ve en sonunda gözlerime ulaştığında yanağımda hissettiğim parmakları beni ona çekmiş, gece boyu ayrılmak bilmeyen dudaklarımızı bir kez daha birleştirmişti. usulca, hafifçe öpüyordu. sanki kırılmamdan korkar gibi, nazik davranıyordu dudakları. hareket etmiyordum, ona izin vermiştim. bırakmıştım istediğini yapsın, dilediği gibi öpsün beni. onun öpmeye ihtiyacı olduğu kadar benim de öpülmeye ihtiyacım vardı. tüm ipleri onun eline bırakıp beni yönetmesine ihtiyacım vardı.
dudaklarımda son bir kez uzunca kaldıktan sonra geri çekilip beni izlemeye devam etmişti. uykusu açılmıştı, gözlerinden belliydi. karanlığın ortasında ay ışığı vuran teni bir kez daha rüyada olup olmadığımı sorgulatırken bu kez ben kapanmıştım dudaklarına. o da bana izin vermişti. onu taklit ettim, yavaşça ve usulca öptüm onu.
"sıradışı demiştin, doyoung. sıradışı evet ama bu yanlış olduğu anlamına gelmez."
"sıradışı ama doğru hissettiriyor."
"sıradışı ama doğru hissettiriyor." diye fısıldayarak beni tekrar etti. bu kadar doğru hissettirdiğine inanamıyordum. doğmak, yaşamak, ölmek kadar doğru geliyordu. onu sevmek, onu öpmek hayatımda yaptığım en doğru şeydi.
daha saldırgan biri derken neyi kast ettiğini biliyordum, her seferinde ne yapıp edip onu aşağı itmemden bahsediyordu. durum ne olursa olsun beni öpmeye başladığında asla sabırlı davranamıyordum. ona sezdirmeden bir şekilde üstünlüğümü kuruyordum ki o da bundan nefret ediyordu. düellolarımızdan tanıdık olan sahnelerden biriydi, o hep önce saldırır ama sonunda bana yenilirdi ancak bundan hep nefret ederdi.
kılıcını boğazıma yakın bir yere savurduğu sırada eğilip hızla arkasına geçtim beline ufak bir tekme atıp onu şaşırttığım sırada bağırarak üzerime atıldı. sırtım zemine temas ettiğinde pes et diye mırıldandı. pes et, bana boyun eğ doyoung.
"yalnızca sana."
çenesinin gevşediğini dudaklarına yayılan ufak gülümsemeyi gördüğümde aklımdan savunmasız anında bir hamle yapmak geldi ancak kendimi tutup onun arkasından ayağa kalktım.
"bugün neden bu kadar kısa sürdü?"
"seni zorlamak istemedim, ayağın hala tam olarak iyileşmiş değil."
günler önce başka bir talim esnasında yine beni ezmek isterken bir şekilde bileğini burkmuştu. bir hafta sonra kendini daha iyi hissettiğini söylediğinde talimlere yeniden başlamıştık.
"nezaketin için minnettar mı olmalıyım?"
kolunu ayağını zorlamamak adına yavaşça çekiştirip onu evine götürdüğümde sırtını duvara yaslayıp yüzümü onunkine yaklaştırdım.
"hayır, sesini kesip beni öpmelisin."
bizim için sıradan bir şey. aniden birbirimize sarılmak, birbirimizi öpmek. sevgimizi bu ani hamlelerle gösteriyoruz en azından o böyle düşündüğünü söylemişti. tahmin edilemezsin doyoung ve bu benim en müthiş zaafım haline gelmenin tek sebebi.
kelimelerle vakit kaybetmeme izin vermeyip beni öptüğünde işte bu sözleri geçiyordu aklımdan. en müthiş zaafın benim öyle mi? bununla gurur duymalı mıyım? ellerim sırtına, oradan saç diplerine ulaşırken bile bunu düşünüyordum. sırtını duvardan kurtarıp beni ittiğinde kaşlarımı çatıp geri çekildim.
"sorun ne?"
"babam hasta doyoung, kraliyet hekimi en fazla üç ayı olduğunu söyledi. üç ay sonra taç başka birinin olacak."
"o halde hızlanmalıyız. sungchan asla kolay kolay pes etmez, en sonunda onu öldürmek zorunda bile kalabilirim ki memnuniyetle yaparım bunu. tek sorun bunun ileride başına iş açıp açmayacağını bilemememiz."
"hiçbir iz bırakmazsan başıma iş de açılmaz."
"eğer açılırsa her şeyi üstlenirim endişe etmene gerek yok. tacı başında gördükten sonra ölüme bile razıyım."
"sen öldükten sonra tacın hiçbir önemi yok."
sözü üzerine yüzümü omzuna bıraktım. tacın önemi yok demek, bu kadar değerli miyim senin için? kavuşmak için her şeyi yapacağını bildiğim tahttan daha mı önemliyim? evet diye mırıldanan sesi kulağıma ulaştığında az çok ne hakkında düşündüğümü bildiğini tahmin ettim. cevap vermek yerine gözlerimi kapayıp ellerimi beline sardım.
"unut bunu asla izin vermem."
biliyordum. beni herkesten, her şeyden koruyacağını, sakınacağını biliyordum bunu birçok kez üst üste söylemişti. yine de içimde anlamlandıramadığım bir huzursuzluğun büyümesine engel olamıyorum. başımı omzundan kaldırıp kendine çevirdiğinde gözlerimde sesime yansıyan tereddüdü arıyordu. onu gizleyip elimi çenesine çıkarıp okşamaya başladım.
"sorun yok, güven bana."
"sungchan'ı unutalım, lütfen. ne zaman bahsi geçse yüzünün düşmesine katlanamıyorum. yalnızca ikimiz olalım,
sen ve ben.""istediğim bu jaehyun, seninle mutlu olduğum bir hayat istiyorum hepsi bu."
belimdeki parmaklarını çözüp sırtıma yöneltti ve sakince okşamaya başladı. başım hala omzundaydı, böyle iyiydim. her yanımı kaplayan kokusu hariç başka bir şey düşünemiyordum. parmakları öyle iyi geliyordu ki bana, uykumu getiriyordu.
"yorgunsun, git hadi. ben babamla konuşmayı deneyeceğim, veliahtın kim olması gerektiğine yeniden karar vermesi gerek. ikna edersem yapacak işimiz azalır."
"seni yalnız bırakmak istemiyorum."
"ben de uyumanı istiyorum, hadi eve dön ve dinlen. hadi doyoung."
daha fazla itiraz etmeden başımı omzundan kaldırdım. uzaklaşmasına izin vermeden dudaklarına uzun bir öpücük bıraktıktan sonra başımı eğip gitmeye kalktığımda kolumu tutup öpücüğümü iade etti. gülümseyip konutuma dönerken içimden bir his başaracağını söylüyordu. yaşlı kral, en büyük oğluna ilk ve son kez güvenecekti. en küçüğü ilk kez reddederek savaşı başlatacaktı. yıllar boyu dinmeyecek, çok can yakacak o savaşı jaehyun değil babası başlatacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
desire
Fanfictionjeong jaehyun koryo hanedanlığının ilk prensiydi, kim doyoung ise yalnızca bir komutan. ©bittersv