kan.
toprağı kirleten, masumiyeti yok eden ama ruha can katan, yaşama nefes olan şey.
şimdi etrafım onunla dolu. yüzümü tamamen kaplayan kanı koluma silip prens'i arkama aldım.
"seni kral mı gönderdi komutan?"
"kimse göndermedi majesteleri. size kimse destek göndermedi."
özellikle seçtiğim kelimelerin arasında doğru anlamı bulacağına inanıyordum.
bir hafta önce prense ulaştığımda savaşı kazanmış halde saraya dönüş yolundalardı. japon denizine yakın kayalık bir alanda gecenin bir vakti çadırına sızdığım ilk dakikalarda beni öldürmeye niyetliydi. koruması sandığı askerlerin aslında onu öldürmek için tutulan bir avuç casus olduğunu söylediğimde de niyeti değişmemiş gibiydi. ancak askerlerden birkaçının olur olmadık konuşmaları, prens jaehyun'un adının geçmesi beni iyice deli etmişti. en sonunda her ne kadar o istemese de prensi ikna etmeyi başarıp bir gece vakti kaçmıştık. dört gündür köy köy gezip başkente kadar izimizi kaybettirmeye çalışıyorduk.
ancak hayatta hiçbir şey mükemmel ilerlemezdi.
dört günlük firarımız o terk ettiğimiz kamptaki bütün askerlerin elleri silah dolu halde bizi bulmasıyla sona ermişti. son bir saattir yüz kişilik o orduyla mücadele ederken bir yandan da majestelerini düşünüyordum. ben gideli üç hafta olmuştu. yokluğumu fark etmişti elbette, ertesi sabah talime gelmediğimde anlamış olmalıydı. kızgın mıydı acaba yoksa kin mi tutuyordu? tahta giden yoluna taş koyduğum için başkente dönünce beni idam ettirmenin yollarını mı düşünüyordu acaba? kılıcımı karşımdaki askerin boynuna hızla savurup kanın toprağa yayılışına kısa bir süre baktıktan sonra ismimi seslenen o tanıdık sese döndüm.
"kim doyoung, uzun zaman oldu!"
kahve saçları dağılmış, yüzü kandan tanınmaz halde ancak eski bir dost. eski ama unutmadığım bir dost. ancak bugünden itibaren yeni bir düşman.
"dediğin gibi uzun zaman ha taeyong. şimdi öldürmeye daha heveslisin."
"prensi bize ver ve git. o bunu isterdi biliyorsun. zaten hepimiz ona çalışmıyor muyuz? bize yardım et o da seni ödüllendirsin."
"özür dilerim eski dostum ancak zaten buna engel olmak için buradayım."
daha fazla söze gerek yoktu. taeyong da bunun farkına varmıştı ki tüm gücüyle üzerime atıldı. eskisi gibi sertti, acımasızdı. açıkçası prens jaehyun'la çok iyi bir ikili olmalarının esas sebebi de buydu. taeyong her zaman benden daha inatçı daha merhametsiz biri olmuştu. görevi için dostlarını feda edebilirdi. buna güç diyordu, hissizdi ve bununla övünüyordu. benim hep küçük gördüğüm bir özellikti bu.
"hiçbir zaman insanları satamadın zaten."
söylediği şeye gülüp koluna hafif bir sıyrık bıraktım. ağzından dökülen acı dolu nida ile üzerime yürüdüğünde hızlı adımlarla hamle yapıyordum.
"seni öldürmek istemiyorum taeyong, beni buna mecbur etme."
cevap vermeyip saldırmaya devam ettiğinde prensin çığlığını duydum. arkama bir göz atmak için başımı hafifçe çevirdiğimde omzumda hissettiğim kesik yüzünden dişlerimi birbirine bastırdım. prensi göremeden önüme dönüp taeyong'un baldırına kılıcımı sapladıktan sonra hızla koşup majestelerine yardıma gittim.
yaralanmıştı, sol kolu fena halde kanıyor ama o hiç bozuntuya vermeden kalan tüm kuvvetiyle savaşmaya devam ediyordu. akşam bastırıyordu artık. altımızdaki koyda henüz kalkmamış boş bir tekneye gözüm çarptığında prense destek olarak aşağıya yürümeye başladık. hala arkamızdan geldiklerini belli eden adım seslerini umursamadan nihayetinde tekneye ulaştığımızda sağlam kolumla zinciri çözdüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
desire
Fanfictionjeong jaehyun koryo hanedanlığının ilk prensiydi, kim doyoung ise yalnızca bir komutan. ©bittersv