"Kore sarayından haberler var. Komutan Jeon," Uzun saçlı genç yaklaşıp kendini öne attığında, komutan, gözlerini en yakın arkadaşına çevirdi. Ellerine uzatılan zarif parşömeni alıp açmak ve açmamak arasında kararsız görünürken, kaşlarını çatmıştı.
Kore ile onların ne ilgisi olabilirdi?
Parşömeni parmakları arasında sıyırıp açarken, üzerinde hissettiği bakışlar ile etrafına döndü. Bu hareketiyle bütün başlar öne eğilirken, en yakın arkadaşına başıyla işaret vermişti.
Genç savaşçı anında onun sağ yanına vardığında, hızlıca okuduğu parşömeni onun eline bıraktı. Dizleri üzerine çökmüş bir şekilde bekleyen askere bakış attığında, kalbinin hâlâ hararetli bir şekilde göğsünü dövdüğünü ve nefesinin tam olarak dizginlenmediğini görebiliyordu.
"Asker," Komutan, mırıldanıp kapının yanında duran asker ile göz teması kurdu. "ulağı misafirhane'ye götürüp ona su ve yemek verin." konuştu. Ardından kendisinden emin bir şekilde oturduğu yerden kalkıp yerde oturan askerin yanına ilerledi, elini omzuna koyarak kendisine bakmasını sağladı.
"Bize getirdiğin haber hakkında endişelenme, ertesi gün, yahut en geç ondan sonraki gün sarayınızda olacağım. Çekilebilirsin." Konuşmasını bitirip doğruldu Komutan. Önünde eğilir vaziyetteki asker düzelmiş, ona bir baş selamı verdikten sonra ise salondan çıkmıştı.
Ellerini ardında bağlarken, ses çıkartmadan onu bekleyen askerlerini süzüp hırçın gözlerini camı döven damlalara devirdi Komutan. Ciğerleri ter kokusundan bıktığı için dışarıya ilerlemek adına çenesiyle kapıya işaret etti, ve asker kapıyı açtıktan sonra büyük manolya ağaçlarının arasına attı kendini.
Büyük bir nefes çekmişti içine. Dik burnunun ucuna damlayan yağmur damlasından sonra, gözlerini açıp gökyüzüne baktı Jungkook. Hemen önünde, kendisini büyük bir dala kuş gibi kondurup sırtını diğer dala yaslayıp kendine sırıtan arkadaşını gördü.
"Seokjin," Fısıltısı, ikisinin duyacağı kadar çıkmıştı dudaklarının arasından. "kuş musun sen? Ne işin var orada, utandıracaksın beni, in oradan!" Bağırmasa da sert çıkan sesi, ona omuz silkip kafasını başka bir dala yaslayarak gözlerini kapatan askerin umrunda gibi görünmüyordu.
Yağmur yağsa da, ıslanmaktan ve ağaçta uzanmaktan rahatsızlık duymuyor gibiydi.
"Jungkook," Gözleri kapalı sarışın asker mırıldanıp kafasını ona çevirdiğinde, onun gözüne sokmak istiyormuş gibi tekrardan omuz silkti. "Havalar soğuduğunda, insan gölge veren ağaçları unutur. Ama bak, ben unutmadım," kollarını birbirine dolayıp arkadaşına gülümsedi sarışın genç. "bir sorsana neden diye?" Meraklı çıkan sesi, Komutan'ın gözlerini devirmesine sebep olmuştu. Fakat yine de sormadan duramadı, "Nedenmiş?"
"Bir evimiz yok çünkü gerizekalı." Aldığı cevap karşısında gözleri büyüyen Komutan, hızlıca ağaca doğru yürüyüp genci ittirdi ve acımasızca ağaçtan düşüşünü izledi. Genç düştüğü yerde söylenirken, elleri Komutanın ayaklarını dövmeye başlamıştı.
"Hain pislik! Acımasız katil! Geber Jungkook, geber!" Seokjin, gözlerinde yaş varmış gibi onları silerek Jungkook'un çarıklarını tekmeledi ve acıyan sırtını elleriyle ovalamaya başladı. Jungkook'a bakmasa da, onun gözlerinin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu.
Seokjin, gerginliği azaltmak için kolunu ovup surat asarken, "Ne yapacağız? Gidecek miyiz Kore'ye?" aslında kendisi buna olumlu bakıyordu çünkü kendi milleti olsa da Çin'den sıkılmıştı. Seokjin'in davranışlarına dudaklarını ısıran Jungkook, ona arkasını dönüp diğer manolya ağacına doğru yürüdü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dildâde [TaeKook]
Fanfiction"Komutan Jeon, papatya'nın hikayesini bilir misiniz?" ×Kim Taehyung & Jeon Jeongguk.