Tekrardan merhabalar canlar!!
Nihayet birinci bölümü yayımlayabildim, umarım okurken içinizde merak uyandırabilirim. Sizleri daha fazla tutmadan kızımızla baş başa bırakıyorum...
Satır arası yorumları ve vote etmeyi unutmayalım :)
Başlayalım...🖤
Red, Never Be The Same
Hayalet ve Gözü Yaşlı Sevgilisi
Uyku.
İnsanın en iyi panzehiriydi. Zor zamanların atlatılmasına, kırılan kalbin parçalarının toplanmasına, kanayan tüm yaralara yara bandından farksız olan mükemmel korunma yöntemiydi. Gelebilecek her zarardan kaçınmak için sığınılan tek bir liman veya tek bir çadırdır belki de.
O benden gittiğinden beri uyuduğum hiçbir uyku benim yararıma olmamıştı. Ne bin parçaya ayrılmış olan kalbimi toplayabilmiştim ne de arsızca vücudumun içinden akıp giden o kırmızı sıvıya bir dikiş atabilmiştim. Onsuz başımı her yastığa koyuşum, umut kırıntılarımın üzerini bir kez daha ezmek demekti. Yanan ışıklarımın bir kez daha patlatılması demekti. İçinde bulunduğum külden yapılma bir evin tekrar tekrar acımasızca ateşe verilmesi demekti. Bu acıyı yaşamamak için isterdim her başımı yastığa koyuşum bir ölüm uykusu doğursun bana. Fakat her sabah nefretimin kin boyutuna geldiği güneş karşılıyordu beni perdelerimin arkasında.
243. Ondan ayrı kaldığım koskoca hayatın iki yüz kırk üçüncü gününün akşamındayım. Saat 23.46. Büyük pencereme bakan yatağımın üstünde oturuyorum. Her zamanki gibi, bir sonraki güne bağlayacak sabaha uyanmamak istiyorum. Göz kapaklarım birbirine yapışsın istiyorum. Onun gidişi gibi bir gidiş istiyorum. Korkmuyorum... hem de hiç. Acısını anlamak istiyorum. O saniyelerde gözlerini son kez sırf beni görebilmesi için ağrıya ağrıya açık kaldığındaki yaşadığı acıdan iki kat daha fazla bir acı yaşayarak onun yanına gitmek istiyorum. Böylece yanına geldiğimde "Bak benim de kanatlarımı yaktılar, şimdi gel beraber yeniden çıkaralım onları. Kimse karışamaz bize artık burada. Kimse zarar veremez bize dünyanın bu kısmında" diyebilirim.
İki yüz kırk üçüncü günün iki yüz kırk dördüncü gününe bağlayan, akıp giden zamanın tek göstergesi olan saate ruhsuzca baktım. Geçtiğimiz üç yüz yedi günde baktığım tek bir şey varsa o da duvarımdaki yuvarlak mı, oval mi olduğunu kestiremediğim saat ve kolumun damarlarını saatlerce rehin alan, içine hiçbir şekilde etki etmeyen gönderilen sıvı olan serumdu. Ya da ediyor muydu? Ediyorsa da deliriyordum. Rüya görmeyi çoktan bırakmıştım. Kabuslarım ise görmekten bitmişti, kalmamıştı. Göz pınarlarım kurumuş, artık istesem de yaş süzülüp geçmiyordu ay tenli yüzümdeki yanaklarımdan.
Ay tenli... bana hep öyle derdi biliyor musunuz? "Ay tenli kadınımsın" derdi bana Akuamarin rengindeki gözlerini gözlerime dikerek. Kıvırcık saçlarının ardından yanağında oluşan, orada yaşamak istediğim çukuru severdim hep bana böyle deyince. Gittiği gün de kucağımda yatarken öyle söylemişti bana. Büyük elinin içinde kalan ufacık yanağımı okşarken güçlükle mırıldanmıştı bana; "Ay tenli kadınım," diye başlamıştı söze. Ben her ne kadar canı yanmasın diye susturmaya çalışsam da yağmur bulutlarının en ağır gri rengine sahip olduğu o gün inatla devam etmişti sözlerine; "Teninin güzelliğini aldığın yere gidiyorum. Dolunaya. Her Dolunayda göğe baktığında beni, senin hasret kalacağım yüzüne bakarken göreceksin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIZIL VE KARA
RomanceGrinin en koyu tonunu içinde saklayan yağmur bulutları, tam da o anda bir şimşek bıraktı yeryüzüne iki yabancı da acılarını yaşarken. O gün ikisi de ruhlarının öldüğünü düşündüler. Fakat o gün, ikisinin de ruhları görünmez bir iple birbirine bağlan...