Bir ilk olarak, saçma sapan bir alarmla ya da kapımın çalınmasıyla değilde sıcakla uyandım. Resmen yanıyordum. Gözlerimi birazcık aralayıp ne oluyor diye bakmaya çalıştım ama gördüğüm tek şey bir tendi. Ten. Hızla kendimi geri çektiğimde, az önce tam olarak başımı boynuna sokmuş olduğum Alexander da benimle birlikte sıçradı. Zihnim olayı anlamlandırmaya çalışırken kalbim kararsızdı.
Açık renk saçları birbirine girmiş Alexander gözlerini kısıp ne olduğunu anlamaya çalışırken etrafa baktım. Küçücük bir tulumun içinde sıkışmış haldeydik. Birbirimizden en fazla on santim uzak durabiliyorduk. Kafa karışıklığı içinde " Ne oldu?" diye uykulu bir şekilde sordu.
" Tulumun fermuarını açar mısın? Arkamı dönemiyorum da."
" Hayır." dedikten sonra kafasını tekrar tulumun yastığına koyup uyumaya çalıştı.
" Ne demek hayır? Aç hadi." diyip bir yandan da göğsündeki - kesinlikle kasları üstünde olan - ellerimle onu dürtüp uyutmamaya çalışıyordum.
" Uykum var, Alex. Sesini çıkarma da uyu."
" Çok sıcak ama terliyorum." Utançla gözlerimi kapayıp kendime sövdüm. Keşke çişim geldi falan deseydim. Cevap vermeyip uyuma tercih edince yine dürtüklemeye başladım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım gram etkilenmeyince ben de bir süre sonra vazgeçtim. Nefesi düzenli hale gelince uyuduğunu düşünüp göğsündeki elimi uzatıp saçlarına dokundum. O günkü gibi yumuşak saç telleri ellerim arasında ipek tadı bırakırken gözlerini açmış beni izleyen adamı farketmekte zorlandım. Rahatsız olduğunu düşünüp ellerimi tekrar indirmeye kalktığımda elimi tutup tekrar saçlarına koydu ve gözlerini kapattı. Kendi kendime nedenini bilmeden gülümseyip saçlarıyla oynamaya başladım. Gülümsemem bulaşıcı gibi onun dudaklarınında da belirirken gözlerini yavaşça açtı. Gözlerim saçlarında dolaşan ellerimden gözlerine dönünce utanmadan incelemeye başladım. Kıyısı olan denizlere benzeyen gözlerinin en içine baktım. Her biri tek tek özenle yerleştirilmiş ve uzatılmış olan kirpiklerine baktım. Kaşının kenarındaki küçük ize baktım. Biçimli rampa burnuna, orantılı çatlamış dudaklarına, geniş çenesine, çenesindeki gamzeye baktım. Bakmakla kalmadım hepsine dokundum. Ben ona bakarken ve yüzüne dokunurken sadece bana bakıyordu. Gözünü bile kırpmadan beni izliyordu.
Elimle yavaşça yanağını okşadığımda gözlerini kapattı ve yanağını elime yasladı. Yaşadığım ve hissettiğim saçmalıkların altında ezliyordum. Anlayamayıp kıvranıyordum. Sonuca varamıyor, deliriyordum. Cevabını alamadığım her yeni şeyde cevabını bildiklerimi sorgulayıp, nefret ediyordum. Etrafımda neler döndüğünü bilmeden güvendiklerime yenilip güvenmediklerime sığınıyordum. Bir şeyler yapıyordum ama niye yaptığımı anlamlandıramıyordum.
" Aç şunu." dedim kısık ve boğuk çıkan sesimle. Gözlerini açıp bana baktıktan sonra kaşlarını çatsada dediğimi yapıp tulumun fermuarını açtı. Sözde özgürlüğümü kazanır kazanmaz kendimi tulumdan da çadırdan da dışarı attım. Ayağımda postallarla uyuduğumdan şiştiğini hissediyordum.
Çadırdan dışarı çıkmamla yüzüme vuran güneş yüzünden gözlerim kamaşmıştı. Ellerimi yüzüme siper edip etrafa baktım. Kimse görünmüyordu. Kafamı biraz olsun dağıtabilmek için ısınma hareketleri yapmaya karar verdim.
Hareketler bittiğinde hala kendimi rahatlamış hissetmiyordum. Kendimi bir ağaç kütüğünün üstüne bıraktığımda Steve'in çadırı açıldı ve küçücük çadırdan bir ayı çıktı. Ah, pardon, steve.
" Günaydın, Kırmızı." dedi sırıtarak. İçimdeki huzursuzluğu gidermek için en azından Steve'le uğraşabilirdim.
" Günaydın, ayıcık."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAVAŞ-MA
Ficção CientíficaŞarjını kendimizin doldurduğu aletlerin kölesi olmuşken, onlardan olmak kaçınılmazdı. Robotlar dünyayı değil insanlığı ele geçirdi. Bir genç kız gerçekle sahte arasında kaldı. Bir adam kardeşiyle sevdiği kız arasında sıkıştı. Hepsi özgürlük için s...