Arsen Nilüfer, 32

822 95 26
                                    

Öğretmenliğin bu yanını seviyorum, çok nadir de olsa, birkaç ufak mesajla gece gece en sevdiğiniz film serisini peş peşe izleyebilmek için sabah dersini iptal edebiliyorsunuz. Öğrencilerin canına minnet olduğu için bir kişi de neden demiyor. Bilgisayarımı masanın üzerine bırakıp çorba kasemi tekrar kucağıma alıyorum, kaldığım yerden devam ettiriyorum filmi.

"You are impossibly fast and strong. Your skin is pale white and ice cold. Your eyes change colour. And sometimes..."

Beyazlık tik, soğukluk tik, renk değiştiren gözler tik, ben de on yıl öncesinden çıkamadım ona da tik... Bu durum hala Alacakaranlık izlememi açıklıyor, resmen vampirmişim ben. Kan çekiyorsa, iki anlamda da... İğrenç esprime gülmekte bir sakınca görmüyorum, nasılsa yalnızım.

Tam ailecek beyzbol oynamaya gidecekken telefonum çalıyor. Ama en güzel yeri ya. Kim bu münasebetsiz diye düşünürken bildiğimi biliyor olmak tat kaçırıyor. Cümle alem biliyor kimmiş o münasebetsiz. En sonunda "Komik oluyorsun, yapma." diyen iç sesime hak vererek aramayı yanıtlıyorum.

"Efendim Mithat?"

"Arsen Nilüfer, uyuyor musun?"

Mantıklı, uyuyor olabilirdim. Benim de açasım vardıysa bu hiç aklıma gelmedi. "Yok uyumuyordum, oturuyordum öyle. Sen neden aramıştın, bir sorun mu var?"

"Hep sen mi arayacaksın, bu kez de ben seni öpmek için arayayım dedim." derken çok hafif bir kayma oluyor son kelimelerinde. Aaa-a yoksa? Sarhoş bir Mithat'ı hayal bile edemiyormuşum, deniyorum ama cık olmuyor.

"Neredesin sen?" derken sesimin tizleşmesini önleyemiyorum. Kocaman adama yakışıyor mu hiç?

Cevap telefondan değil kapı zilinden geliyor. Burada. Daha fazla uzatmayıp telefonu kapatıp kapıyı açıyorum. En azından ayakta durabiliyor ama sırılsıklam. Apartman boşluğunda yankılanan kuvvetli çarpma sesleri bu ıslaklığın sebebini anlatsa da sormadan edemiyorum.

"Nasıl bu kadar ıslanabildin? Yürüdün mü buraya kadar?"

"Şşşttt... İnsanlar uyuyor su perisi, içeride konuşuruz." ağır adımlarla salonuma yürüyor. Yürürken su damlatmasaydı belki...

"Hey, hey, hey! Kal orada. Salonum bembeyaz benim."

Ne dediğimi anlamayan ifadesiyle kalakalıyor. Islak bir kedi yavrusuna benzemese sinirlenmeyi sürdürebilirdim ama bu haliyle onu sarıp sarmalamak geliyor sadece içimden. Dışım öyle demiyor tabi,

"Kuru bir şeyler vereyim sana, önce bir duş da almak istersin belki? Aslında belkiyi falan boş ver, sen bir duş al üstüne de kuru bir şeyler ayarlarız. Hasta olursun böyle, gel hadi." diyerek onu misafir banyosuna götürüyorum.

Misafir bornozunu ortaya çıkarıyorum ama bu yetmez tabi ki. Giyecek bir şeyler getirmek için odama gitmeden uyarıyorum, "Sakın soyunma, hiçbir yere değme de. Geliyorum hemen."

Hızla kafasını sallaması dışında bir tepki alamıyorum Mithat'tan, hiç güven vermeyen hali hareketlerimi daha da hızlandırmama sebep oluyor. Bol kesim bir tişört ve eşofman altı ile dönüyorum yanına, onları da tezgaha bırakıyorum.

"Ben salonda bekliyorum, kahve de koyacağım şimdi." Yine usul usul kafasını sallamak dışında bir şey söylemiyor. Düşer mi bayılır mı diye endişelensem de, çok seçeneğim olmadığı için kapıyı kapatıp çıkıyorum.

Sil Baştan (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin