Emri verip arkasını dönüp kapıdan çıktı. Uzun cekete iyice sarılıp çıktım ben de peşinden. Geniş bir terasta buldum kendimi. Beyaz mermerden inşa edilmiş cennetin küçük bir parçasıydı sanki burası.
Teras en az içerideki oda kadar genişti. İki farklı alanı vardı. Sağ tarafta tek uzun bir koltuk vardı ama tasarımı oldukça ilgi çekiciydi. Koltuk demek doğru olur muydu, emin değilim o yüzden. Tek kişi ayaklarını uzatarak ve bel oymalarının konforuna sırtını yaslayarak oturabilir gökyüzünü izleyebilirdi. Kadife kırmızı kumaşla kaplanmıştı. Önünde ince uzun bir sehpa yerleştirilmişti. Sol tarafta ise yerde motifli kalın bir halı üzerine minderlerle oturma köşesi yapılmıştı. Her yanındaysa bakımlı parlayan saksı bitkileri ve çiçekler göz dolduruyordu.
Şehzade beyaz mermerden yapılmış tırabzanlara yaslanmıştı. Dönüp bana bakınca yanına gittim. Gökyüzü inanılmazdı. "Gökyüzü," duraksadım. "Çok güzel ve çok yakın." Yıldızlar sanki dokunabilirmişim gibi yakındaydı. Öyle güçlü parlıyorlardı ki, gözümü alamıyordum. Evren tümüyle hiç bu kadar yakın hissettirmemişti kendini bana. Şehir ışıkları içinde kaybolmuş insanlardan biriydim ben de. Şehir ışıkları öyle parlaktır ki, tüm güzellikleri ustaca örterdi. Ama yine de o şehrin ışıklarına hiç olmadığı kadar ihtiyacım vardı. O ışıklar evimdi. Bu güzel gökyüzü ise kaybolduğum bir hayal.
"Öyle, şu köşe bu manzara için var," diyerek tasarım olduğunu tahmin ettiğim oturma alanını gösterdi. Gökyüzünü izlemeyi seviyordu demek ki. Pek ince ruhlu biri gibi durmuyordu dışarıdan ancak annemin anlattığı Osmanlı Şehzadeleri, -annem Osmanlı Prensleri derdi- derin ruhlu, küçük yaştan itibaren derin edebiyat bilgisiyle donatılan şair kişilerdi ancak yine de buna çok da kafa yormak istemedim. Çünkü tırabzana yaslanıp önüme bakınca uzakta parıldayan denizi gördüm. Bir tepedeydi içinde bulunduğum saray oysa kampüste olduğuma emindim. Düşündüm kampüsten deniz görünüyor muydu? Sadece bir iki noktadan sanırım görünüyordu emin değildim. Şimdi sık ağaçlar hemen ileride aşağı denize doğru sıralanmıştı ve deniz gece karanlığına rağmen gayet net görünüyordu.
"Denizi görüyor burası, çok yakın denize?"
"Bu tuhaf mı sana göre?" Ses tonunda alay ve küçümseme vardı.
"Hayır," tam olarak emin değildim. "Sadece kampüsten etraf bu kadar boş görünmüyordu, denize de bu kadar yakın değildik sanki."
"Denize çok yakın değiliz zaten, İstanbul'un en güzel tepesindeyiz" dedi övünerek. Sanki tüm topraklar ona ait gibi bakıyordu. Düşününce aslında bir bakıma ona aitti, varisti sonuçta. "Yüksekte olduğumuz için sana öyle gelmiş."
"İstanbul'u sen fethetmiş gibi gururlusun" dedim gülerek.
O gülmedi. Uzun ceketinin iç tarafından telefonumu çıkarttı. "Bunu anlat bana."
"Biliyordum merakın yüzünden burada olduğumu" dedim zafer kazanmış gibi rahatlamıştım. Demek ki beni hareme almak gibi bir niyeti yoktu. Tüm esaretime rağmen özgür hissetmiştim böylelikle. Elinde tuttuğu telefona uzandım. Kaçırdı hızlıca elini. Kaşlarını da çatmıştı. "Alıp kaçamam herhalde, telefonu bana vermezsen ne işe yaradığını nasıl göstereceğim sana?" Telefon çekseydi kaçmaya çalışırdım, polisi arardım ama şu durumda mümkün değildi.
Tereddütle uzattı telefonu. Bana doğru dönmüş ve tüm dikkatini vermişti. Telefonumu aldım ve açtım. Ah canım teknoloji medeniyetin temsilcisiydi benim için şu ortamda. "Benim zamanımda kullandığımız çok işlevsel bir cihaz bu, aynı zamanda bu dönemde yaşamadığıma da seni ikna etmesi gerekiyordu."
"Ne yapıyorsun bununla? Hangi maddeden meydana getirdin?" Merak ediyordu haklı olarak. Ben de gelecekten gelen bilmediğim bir teknoloji karşısında aynı hisleri beslerdim ve hatta düşününce korkardım da. O korktuysa bile aşmıştı o duyguyu ve merakı baskın gelmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMANIN ÖTESİNDE
Ficção HistóricaZamanın üç boyutlu olduğu ve tek bir mekanda üç farklı zamanın yaşandığı bilimsel olarak ispatlandı. Yani şu an oturduğunuz yerde, üç farklı kişi sizinle aynı anda oturuyor olabilir. Peki bu boyutlar arasında mümkün olmayacak şekilde bir kırılma yaş...