Gün geliyor ve hayatınızın bir noktasında kendinize şunu soruyorsunuz: Ben kötü biri miyim?
Aynı soruyu kendime sormak mecburiyetinde kaldığıma mı üzülmeliyim yoksa bu soruya birden fazla cevap bulabildiğime mi?
Kahve standında bekliyorum, latte kokusu tüm sokağı sarmış. Sıra uzun fakat günlük kafein ihtiyacımı almadan şuradan şuraya kıpırdamam. Sarışın bir teyze önüme geçmek istiyor. Yaşını ileri sürüyor, yaşlı olmadığı halde. Boncuklu kolyesinin boncuklarına dokunup duruyor. Teyzeye izin veriyorum ama benden izin isterken kullandığı dilini çıplak ellerimle söküp almak istiyorum boğazından.
Bu kadarı yeterli gelmiyor, isteğim ileri seviyelere taşınıyor. Gözümde canlandırmaya başlıyorum kanlı sahneyi. İmgeler tüm ayrıntılarıyla kafamda özgürce şekilleniyor.
Şiddete eğilimli biri miyim? Fiziksel olarak acı vermesini umduğum bu tür düşünceler çok sık geçiyor aklımdan.
Ocak ayında altı yaşını dolduran Selin'i doğum gününde paylıyorum. Eğri oturup doğru konuşma zamanı, kardeşim şımarıklar ülkesinin şımarık kraliçesinden doğma şımarık bir velet. Üç katlı doğum günü pastasının başında olması ve mum üfürükleyip dilek tutma provası yapması gerekirken benim odamda işi neydi. Zihnimle baş başa kalmalıydım ama Selin buna aldırmıyordu. Bir şey istiyordu benden. Onu dinlemiyordum o yüzden ne istediği hakkında fikrim yoktu.
Sinirden suratı şişmiş, kulağımın dibinde telkin edici çığlıklar atıyordu. Söyle diyordu durmadan. Söyle. Söyle. Söyle.
Can alıcı nokta, ne istediğini hala bilmeyişim. Pastanın üstündeki mumları üflemedi, dilek tutmadı. Hediye paketlerine dokunmayı reddetti.
Bunlar sadece geçen hafta olanlar. Ah şu duvarların dili olsa, bir bir günahlarımı saysa. Biraz daha geriye gidiyorum, Pınar'ın babaannesi geliyor aklıma. Pınar'la anaokulundan beri aynı sınıflardayız. Çok zaman geçirdik birlikte. Çirkin ördek yavrusu misali ortada kalmama sayısız kez engel olmuştur, bilerek veya bilmeyerek.
İlkokul birinci sınıfta annem yine kendini doğramıştı. Klasik on beş kesik. Deniz henüz aramızda değildi. Babam hastanede, annemin yanında olmalıydı ve beni de yanında sürükleyemezdi. Bir yere bırakılmam gerekiyordu. Ramazan bayramındaydık, ha deyince bakıcı bulunmuyordu. Selma halama ulaşamamıştı babam. Pınar'ın ailesini ikinci çare olarak gördü -fazla tanıdığımız yoktu- ve beni oraya bıraktı.
Pınar'ın kıvırcık saçlı bir kuzeni vardı, cinsiyetini hatırlamıyorum. Saçları kısaydı ama bitlendiği için kestirmek zorunda kalmış kız çocuğu da olabilirdi. Yaşı benden küçüktü. Elinden zorla şekerini almış, tek lokmada mideye indirmiştim. Elma aromalıydı. Mmmm. Tadı müthişti.
Zırlak ispiyoncu babaanneye gitti. Şekerimi aldı! diyerek parmakla beni gösterdi. İlk yalanımı söylemiştim kadına. Almadım demiştim.
Babaanne palavra sıktığımı anladı. Yargılayan gözlerini üzerime dikti ama hiçbir şey söylemedi.
Rahatsız oldum gerçeği bilmesinden. İfşa olmuştum, içim içimi yiyordu. Güvenilirliğim zedelenmişti.
Ramazan bayramından bir ay sonra Pınar'ın babaannesi vefat etti. Nasıl oh çektim anlatamam, göğsümden büyük bir yük kalktı. Yalancı olduğumu bilen yalnızca bir kişi vardı ve o da ölmüştü.
Kötü bir insan mıyım? Bu yüzden mi Allah beni sınıyor?
Sona yaklaşıyoruz, elimdeki kalemi bıraktım çoktan. Artık kimsenin yazdıklarımı okumasını istemiyorum. Biraz iç huzur diyorum, belki bulurum, kendim için yazıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BENİM İÇİN ÖLÜ
Romance"Bana kendinle ilgili kimsenin bilmediği bir şey anlat." "Peki bunu neden yapayım?" "Makul soru," dedi koyu yeşil gözlerini içkisine dikerek. "Eğer hakkında kimsenin bilmediği bir şey söylersen ben de sana, senin bile kendinle ilgili bilmediğin bi...