12. Bölüm

178 26 39
                                    

Bir ömür gibi geçen kırk beş saniyelik ağırlıksızlaşma sonrası etraf sakinleşti.

Işıl'ın ayakları küçük kum torbaları gibi ayaklığa düşerken Yücel de yere bastı.

Akülü sandalyenin altından çıkan Solkar, Işıl'ın kucağına atladı. Bir süre radar gibi çevirdiği kulaklarıyla etrafı dinledi. Korkmuştu ve endişeliydi. Sakinleşmek için Işıl'ın kolunu emcüklemeye başladı.

Tahmin edilebileceği gibi o gün, sahurdan sonra kimse gözünü bile kırpmadı. Olayın hemen ardından gün ağardığında karşılaşılan manzara dehşet vericiydi. Yeryüzü buruşturulmuş bir çarşaf gibi duruyordu. Ağaçların çoğu devrilmiş, site duvarı yer yer yıkılmış, asfalt çatlamış, yerde hem dev tümsekler hem de çukurlar oluşmuş, havuz hasar gördüğü için yarı yarıya su kaybetmiş, bazı arabalar yan yatmış, sokak lambaları devrilmiş, elektrik hatları kopmuştu.

Türkiye'nin ve dünyanın gündemi: Ankara'da yaşanan ağırlıksızlaşmaydı. Etki alanının büyüklüğü ve şiddeti herkesi dehşete düşürmüştü. Aynısının ya da daha büyüğünün bir daha yaşanmayacağını kimse garanti edemezdi.

Bununla birlikte insanlar, güvende olduklarını düşündükleri kapalı alanlarda bile bu denli şiddetli ağırlıksızlaşma vakası yaşandığında tehlikede olabileceklerini görmüşlerdi.

Üst katlarda oturan insanların birçoğu dairelerinde ağırlıksızlaşmış ve etkinin geçmesiyle düşerek yaralanmışlardı.

Yücel düşüp kırılan tabak çanağı süpürdü. Solkar'ın koklayıp ucunu keyifsizce kemirdiği gözlemeyi yerden aldı.

"Yer misin? Yemezsin ki sen bunu."

Gözlemenin yağı ve iç malzemesinde kullanılan peynirin proteini iştahını kabartsa da ucundan tadına bakınca yiyemeyeceğini anlamıştı Solkar. Kuru mamasına ve konservedeki yaş mamasına öyle alışmıştı ki içi başka bir şey almıyordu. Tüyleri döküldüğü için bir ara ona yumurta sarısı yedirmeye çalışmışlar, ama bunu başaramamışlardı. Keçi gibi inat etmiş, sarı protein topu mama kabında durduğu sürece ne mamasından ne de yumurta sarısından bir lokma yemişti.

Yücel, cam kırıklarını gazeteye sarıp ayrı attı. Gözlemeleri de belki bir sokak hayvanı yer, diye ayrı...

Işıl odasından, "Solkar buraya gel, cam batacak ayağına," diye seslendi.

"Hadi," dedi Yücel. "Koş içeri."

Ufak kırıkları daha iyi temizlemek için elektrik süpürgesini çıkardı. Mutfağı ve salonu dip köşe süpürdü. İşi bitince elektrikli süpürgeyi kapatıp kaldırdı. Kahve suyunu ısıtmak için semaverin düğmesini açtı.

"Kahvenin yanında ne yiyeceksin?"

"Hiçbir şey. Orucum."

"Sahur yapamadın ama. Neden niyet ettin?"

Sabahtan beri ağlamaktan başı ağrıyan Işıl'ın yine gözleri doldu, sesi titredi. İnsanların çığlıkları aklından gitmiyordu.

"Ettim işte..."

Üstelemedi Yücel. Belli etmiyordu, ama çok korkmuştu. Ne iştahı ne de keyfi vardı. O da bir şey içmemeye karar verdi. Semaveri kapattı.

Uzaktan gelen bir silah sesi duydu. Pencereye yaklaşıp dışarıya baktı. Görebildiği kadarıyla polisler bir binanın altındaki lüks bir marketin etrafını sarmıştı. Aklına, market kuryesinin uyarısı geldi. "Yağma, hırsızlık oluyor," demişti kurye.

Bu denli büyük felaketlerin insanları çaresizliğe sürüklemesi doğaldı. Bu çaresizliğe karşı her insanın tepkisi bir olmuyordu. Kimi savaşıyor, kimi kaçıyor, kimi de kendi yaşamını kanunlar ve diğer her şeyden üstün görüyordu. Suça yönelimin nedeni büyük oranda buydu.

Cennette de Kütüphane Var mı?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin