11. Bölüm

175 28 27
                                    

Güneşin doğmasına bir saat vardı. Dışarısı serin, sessiz ve sokak lambalarının aydınlattığı sınırlı alanlar dışında karanlıktı.

Solkar sıçrayarak uyandı. Korkunç bir düş görmüştü. Esnedi ve kalktı. Uykudan kalktığında her daim ihmal etmeden yaptığı gibi ön bacaklarını ileriye doğru uzatırken kıçını havaya dikip gerindi. İki adım attı, bu kez kamburunu çıkardı. Gözlerini şaşı yapıp tekrar esnedi. Esnerken sırtından parmak ucuna kadar titredi.

Ağzının kenarlarını, burnunu ve patisini yaladı. Islattığı patisiyle gözlerini ve kulaklarının arkasını temizledi. Uyanış ritüelini her zamankinden biraz daha kısa tuttu, çünkü içeriden ışık ve konuşma sesleri geliyordu.

Vücut saati, ailesinin uyanması için daha çok erken olduğunu söylüyordu. Evdeki hareketliliği kısa bir süre dinledi. Bu durum, ev ahalisinin gece kalkıp kumsuz tuvaletlerinde ihtiyaç gidermelerinden çok farklı bir eyleme işaret ediyor gibiydi. Biraz bekleyince hislerinde haklı olduğunu gördü.

Meraklı adımlarla mutfağa gitti. Ocakta bir tava vardı ve pişen karbonhidrat kokusu yoğun bir biçimde mutfaktan evin diğer bölgelerine yayılıyordu.

Kuyruğunu kaldırarak mutfakta duran ailesini selamladı. İkisine de sürtünüp biraz mama isteyecekken mama kabının hâlihazırda dolu olduğunu gördü. Kabın başına oturdu. Kuru mamasından biraz yedi. Başını çevirip yandaki kaba döndü. Tazelenmiş olduğunu kokusundan anladığı sudan içti.

Koridora doğru baktı. Oyuncak faresi yakınlardaysa fırlat tut oynayabilirdi. Yoktu. Dönüp ablasına baktı bu kez. Yer soğuktu. Sıcak bir kucak istedi. Sıçrayıp ablasının kucağına çıktı.

Artık büyük bir kedi olduğu için ablasının dizlerinin üzerinde eskisi gibi rahat yatamıyordu. Kendi çevresinde bir tur döndü. Sırtını ablasının karnını saran sert korsesine verdi. Kuyruğunu ve üstte kalan bacağını aşağıya sarkıttı. Başını akülü sandalyenin kolçağı ile ablasının bacağının arasına soktu. Bir yerlere sıkışıp yatmayı severdi. O an orayı da sevdi.

"Aç içini," dedi Işıl.

"Kırılacak gibi."

"Kırılmaz. Peynir koy."

"Ne kadar?"

"Demin yaptın ya aynısı işte."

"Ne bileyim, bu daha büyük sanki."

Işıl, çocukluğundan beri oruç tutardı, ama son yıllarda tutamıyordu. Açlık değil, susuzluk zorluyordu. Yazın sıcağında korse takmak zaten yeterince zorken bir de susuz kalmak oldukça tehlikeli olabilirdi. Doktorlar sıcak havalarda dar, bedeni sıkan kıyafetleri bile önermezken Işıl ne giyerse giysin içinde korsesi olmak zorundaydı. Bu da kan dolaşımını korsenin insafına bırakıyor ve kimi zaman tansiyonunu düşürüp bayılmasına neden olabiliyordu.

Yücel biraz endişeli, Işıl'ın oruç tutma isteğini merak etti. Elindekini tavaya yatırdı. Tavadaki gözlemeyi çevirirken sordu:

"Hayırdır?"

Işıl soruyu duymadı. Anın tadını çıkarmakla meşguldü. Arada gözlerini yumuyor, pişen yufkanın kokusunu lokma lokma içine çekiyordu. Başını uzatıp tavaya baktı. İnce beyaz bir duman yükseliyordu.

"Al onu artık. Yanacak."

Çocukken sahurda bu kokuyla uyanırdı. Yattığı yerden mutfaktaki yemek hazırlığının seslerini dinler, aniden açılan iştahıyla yataktan kaldırılmayı sabırsızlıkla beklerdi.

Annesi hazır yufka da kullanırdı, ama ailecek gözdeleri babaannesinin yapıp gönderdiği kuru yufkaydı. Yarı pişmiş bu kuru yufkalar bozulmadan aylarca dayanabildiği için zamanında Anadolu'nun yokluk günlerinin kurtarıcılarındandı. Sert, kırılgan olur, pişirmeden önce ıslatmak gerekirdi. Suyla yumuşatılınca içine ne arzu edilirse konur, sacda ya da üzerine az yağ gezdirilmiş tavada alt üst pişirilirdi. Bu yufkadan yapılan gözleme mideyi şişirmez, insanı uzun süre tok tutardı.

Cennette de Kütüphane Var mı?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin