8. Bölüm

209 33 24
                                    

Tatlı, iğde kokulu bir esinti vardı. Güzel havayı fırsat bilen Işıl balkona çıkmıştı. Dizlerinin üstündeki kucak tepsisinin bir ucunda kahve fincanı, ortasında da okuduğu kitap duruyordu.

Avalon'un Sisleri hayran kaldığı bir romandı. Karakterler ve dönem İngiltere'sinin entrika dolu olayları, fantastik bir çerçevede, yazarı tarafından tam bir ustalıkla aktarılıyordu.

Solkar da balkondaydı. Alt tarafını genişletip bozarak kendine geçit açtığı pileli sinekliğin hemen önünde yatıyordu. Dışarı çıkmama tavsiyesinden habersizdi elbet. Evdekiler sürekli yanı başındaydı. Önceki gibi onlar dışarıdayken üç beş saat deliksiz uyuma fırsatı bulamadığı için bundan hoşnut olduğu pek söylenemezdi. Yattığı yerden başını bile kaldırmadan, huysuz, kısık gözlerle arada Işıl'ı ve Yücel'i süzüyordu. Onların her hareketi yaşı gereği merakını cezbediyordu. Merakı kabarınca uykusu kaçıyor, kalkıp bir yerlere gitmek ya da bir şeyleri koklama gerekliliğini hissediyordu. Bunun yanında huzurluydu. Sık sık sırt üstü dönüyor, kaymak gibi bembeyaz olan göbeğini ve üç renkli fındıklarını yayıp davetkâr bir şekilde yatıyordu.

Esinti kesildi. Güneye yönelen güneşin balkona vuran son aydınlığı Işıl'ın sağ omuz başını ısıttı. Işıl'ın burnuna, rüzgârın durmasıyla zayıflayan iğde kokusunun dışında tanıdık bir koku geldi. Kız arkadaşıyla buluşmadan önce kişisel hijyenini kontrol eden bir yeniyetme gibi hızla koltukaltını kokladı. Plastik ve yapıştırıcının kokusu terle birlikte keskinleşmişti. Hatırlatıcı gibi uyardı Işıl'ı. İsabel'in banyo zamanı gelmişti.

Korsesinin imal edildiği atölyeyi anımsadı. Kötü denemezdi. Hoşlanan bile çıkabilirdi bu kokudan. Protez kol, bacak bekleyen gazilerin buruk tebessümleri vardı bu kokuda. Cansız uzantılar canlı uzuvlara uysun diye çabalayan ustaların teri yine bu kokudaydı. Havasız atölyede kullanılan yapıştırıcıların etkisiyle uyuşuk bir hülya âleminin kapısında oyalanan baygın bakışlar da bu kokunun ardındaydı. Anlam, acı, umut, sıkıntı, çare vardı. Askeri hastanenin ortopedi bölümüne helikopterlerle getirilen yaralı yiğitlerin haykırışları, personelin canhıraş koşuşturması vardı. Ana, baba, kardeş, eş duaları...

Toplanan bedenlerin dağıldıkları andan çok daha fazla ve uzun süreli acıyabileceğini anlatıyordu bu koku. Taşlı, dikenli bir yolu anımsatan rehabilitasyon sürecinde zorunlu da olsa dost kabul edilen bu koku; bazen kan ve irinle karışıyordu. İnsanın dişini kamaştıran, üst damağının gerisinde biriken metal kokusu da bu işin aksesuarıydı. Eksilen bedenler, laf dinlemeyen iki yaşındaki iştahsız bir çocuğun yemek kaşığına direndiği gibi protezlere direniyor, eziliyor, morarıyor, kanıyordu. O zaman bu koku orada; doktorundan hemşiresine, hastasından ustasına değin kader birliği içinde olanları birleştiriyor, uyuşturup ehlileştiriyordu.

Acı veren, anımsanmak istenmeyen, insanı vazgeçişin eşiğine getiren o anıların her biri ucu mürekkepli bir iğne oluyor, batıyordu. İnsanın ruhuna bir dövme gibi işleniyordu bu koku. Zamanla geçiyordu bedenin acısı, unutuluyordu birçok şey, ama o koku; Tekin'in, Birsen'in, Adil'in, Mehmet'in, Bahadır'ın yaşamlarında bir yere gizleniyordu. Gitmiyordu ve yaşıyordu onlardan beslenerek.

Işıl genç bir kadından burcu burcu yükselmesi hâlinde kafa karıştırıcı ve rahatsız edici olabilecek kokular saçmaya başlayan korsesini işaret etti.

"Baba. İsabel'i yıkayalım bu gün."

Yücel salondaydı. Pazar günü kaydettiği western filmini izliyordu.

"Tamam, akşam hatırlat."

Akşam kesin unuturdu. Babasının dalgınlığını alaya alıyordu, ama kendi de çok uyanık sayılmazdı.

Cennette de Kütüphane Var mı?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin