Infinity Temple, In Infinity Time
Elimdeki votka şişesini umursamazca çevirdim ve ileriye attım. Ancak Kristal, parçalanacağını bildiği için havadayken onu kırmızı tozlara çevirdi. Alayla gülerek yanımdaki Fox'un başını yavaşça okşadım. "Sarhoş olmak için çabalamayı bin yıl önce bırakmalıydım, değil mi?"
"O sana cevap veremese de ben vereyim. Evet, denemeyi kesmelisin." Dedi Hunter yavaşça oturduğum alana yürürken. "Her şeyi aşmana rağmen bunu yapıyorsun. Ayrıca, sana daha önce de söylediğim gibi, benim formülüm olmadan sarhoş olamazsın."
"Teşekkürler, Romeo." Dedim dramatikçe. "Sen de olmasan ne yapacağım acaba?"
Derin bir nefes aldı. Yanımdaki koltuğa oturdu ve beni incelemeye başladı. Bin yıldır burada olmama ve her seferinde beni incelemesine rağmen durum aynıydı: Değişmiyorum. Hiçbir yaşlanma belirtisi ya da en ufak bir kırışıklık yoktu. Yaptığım tek şey, varoluşun bütün örümceklerine yol göstermekti. Kendi gerçekliğim yok olduktan sonra hâlâ ayakta olan onlarca gerçeklik vardı. Birinin, o örümceklere yardım etmesi gerekiyordu.
Kalan on örümcek ile beraber yaptığımız tek şey buydu.
"Değişmiyorum."
"Biliyorum."
"Neden pes etmeyi denemiyorsun."
"Ben bir Stark'ım." Dedi gülerek. "İmkansızı başarmak benim işim. Ayrıca, dokuz yüz seksen iki yıldır peşinde olduğumu düşününce, bunun bir heves olmadığını anlaman gerekirdi."
Heves değildi. Benden kelimenin tam anlamıyla, deli gibi hoşlanıyordu. İlk geldiğim zamanlar çoğu beni üstelemese de bir zaman sonra açılmadığımı görünce daha çok üzüldüler. Evreni yok olanlar olmasına rağmen gerçekliği yok olan sayılı kişilerden biriydim. Kimsesiz olduğumu bilerek kimsem olmak istiyorlardı. En çok da Hunter...
"Hiç endişen yok, değil mi?" dedim gülümseyerek. Gözlerimin boşluğa daldığını fark etmemesini isterdim. "Gwen, göz teması." Dedi hatırlatmak istercesine. Dalgınca onaylayarak ona döndüm. Lanetlenmeden önceki halini merak etsem de bu hali de gerçekten güzeldi.
Hunter Evan Stark, çok güzeldi. Tıpkı Peter Benjamin Stark gibi.
Ancak bin yılda değişen tek şeyin o olması da canımı yakıyordu. Peter'a gerçekten aşık değil miydim diye çok şüpheye düşmüştüm. Onun için yeni bir evren kurmuş olmama rağmen onunla vedalaştıktan sonra ve vedalaşırken daha farklı hissediyordum. Onu özlemiş miydim? Evet. Ona aşık mıydım? Hayır. Peki, onu sevmiş miydim? Evet.
Ya da kendi cevaplarımdan bile şüphe edecek kadar acı çekmeye devam ediyordum.
"Hiç endişem yok çünkü dönebileceğim kimse kalmadı. İki bin yıldan sonra birinin kalmasını bekleyecek kadar aptal değilim. Ya da ihaneti unutacak kadar aşık, hiç değilim. Ama birini sevmek ve sevilmek benim de hakkım." Dedi kararlılıkla. "Seni sevmememi istiyorsun ama bana hiç sormuyorsun, seni sevmeyi bırakmayı istiyor muyum diye. Cevap vereyim, hayır. Seni sevmeyi, seviyorum."
"Biz avcı ve tilkiden başka bir şey olmayız, Hunter. Ben yalnızca sana zarar veririm."
"Mazoşist olmadığımı hiç söylemedim, Parker."
Kendimi tutamayarak güldüğümde bana eşlik etti. Güzel güldüğü kısmını es geçemeyeceğim sanırım. Aniden ayağa kalktı ve elini uzattı. "Hadi, gidiyoruz."
"Nereye?" dedim ancak elini çoktan tutmuş ve beni sürüklemesine izin vermiştim.
"Eğlenmeye,"
Parlak koridordan geçtiğimizde beni götürdüğü yeri görmek için gözlerimi kısmam gerekmişti. Siyah renk parıltıları gördüğümde derin bir nefes verdim. Hope'un kristali bir canlının ruhunun yarısını temsil ediyordu. Ve kesinlikle onun zevkine göre olmakla kalmamış, kasvet kokan bir yere çevrilmişti. O kütüphane gerçekten ürkütücüydü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Örümcek Kadın Gerçekliği
FanfictionKollarımı hareketsiz bedenine daha sıkı sardım. Dakikalar önce, her şey bitmişti. Kaybetmiştik. Beraber kaybetmiştik. "Sana gelme demiştim. Neden?" dedim bağırarak. Beni duyacak kimse kalmamıştı. "Neden o inadını bırakmayıp geldin?" Neredeyse tamamı...