nothing like us

13.2K 1.5K 628
                                    

Ağlamamaya çalıştığı için düğüm düğüm olan boğazını yumuşatabilmek amacıyla önündeki bardaktan, yutmakta zorlanacağını bile bile, büyük bir yudum aldı. İçtiği suyun boğazını parçalayarak midesine kadar olan yolu yaktığını hissettiğinde buna sadece şekilli kaşlarını çatarak tepki verdi.

Sinirliydi. Saatlerce ağlayacak kadar öfkeli, içindeki merhameti kaybedecek kadar kırgın ve ona inanabilecek kadar çaresizdi. İyi olduğunu düşünüyordu, en azından günler sonra biraz da olsa her şeyin daha hafifleyeceğini düşünüyordu. Fakat onsuz geçirdiği her saniye gözünde büyüyor, yaşadığı günleri ona zehir ediyordu. Ona karşı hissettiği şeylerin ne zaman bu boyuta ulaştığını bir türlü kestiremiyordu. Basit bir şey olduğunu düşündüğü zamanlar kendi hislerine mi yoksa deltaya mı haksızlık yaptığını bilmiyordu zira hissettiği her şeyin ağırlığı altında ezilmek üzereyken basit bir beğeninin onu bu denli yıpratamayacağını biliyordu.

Gördüğü sahneler gözünün önüne her geldiğinde öfkeden patlayacağını düşünüyordu. Fakat hemen ardından deltanın güzel gülüşü o sahneleri geri planda bırakarak tüm benliğiyle zihninin içinde parlamaya başladığında kendi köşesine siniyor, aldığı nefeslerin ciğerlerine saplanmaması için arkasına yaslanmaya bile cüret edemiyordu.

Bir hafta. Jungkook'u sadece odasının camından görebildiği, sesini sadece kapının arkasından duyabildiği bir haftanın bütün yorgunluğu üstüne çökmüş gibiydi. O günden beri her gün aynı saatte kapısının önüne gelip dakikalarca zili çalan delta, bugün de gelmişti. Bir anda kalbine giren sancıların, bütün iç organlarını kavuran ağırlıkların ve boğazında düğümlenen her bir kelimenin sebebi de buydu.

Her seferinde onu içeri alıp saatlerce sarılmak istese de, bunu yaptığında daha çok üzüleceğini düşünüyordu. Onu istemediğini kendine kanıtlamaya çalışsa da, yanıldığını biliyordu. Kafası çok karışıktı, düştüğü konum, hissettiği şeyler, birbiriyle bağdaştıramadığı görüntülerin hepsi birbirine girmişti.

Ne zaman sıkmaya başladığını bilmediği bardak beklemediği bir anda elinden çekildiğinde gözlerini sabitlediği yerden zar zor çekip kafasını kaldırdı. Hoseok'un güneş gibi parlayan gülümsemesini gördüğünde azıcık da olsa içi rahatlasa da, sonunda etrafına dolanan kollarla başından aşağı kaynar sular dökülüyormuş gibi hissetti.

Uzun zaman sonra, ilk defa başka birinin etrafındaki kollarının varlığından memnun değildi. Arkadaşları onu teselli etmek için ona her sarıldıklarında hissettiği her şeyin büyüdüğünü düşünüyordu. Her ne kadar onu sarıp sarmalayan kollara sıkı sıkı tutunsa da ve bu kollar canından çok sevdiği arkadaşına ait olsa da etrafında sadece onun güçlü kollarını hissetmek istiyordu.

Bu gerçek canını hiç olmadığı kadar acıtmaya başladığında dakikalardır zorla tuttuğu hıçkırığının dudaklarının arasından kayıp gitmesine engel olamadı.

O ağladıkça etrafındaki kolların tutuşu sıkılaştı, kolları hissettiğinde daha çok ağladı. İçinde bir şeyler ölüyormuş gibi geliyordu. İlk defa lisede aşık olduğunda bile, üniversitede sevgilisi tarafından acımasızca terkedildiğinde bile canı bu kadar yanmamıştı.

Aşkın ne olduğunu, neler hissettirdiğini biliyordu ama ne yaparsa yapsın şu an hissettiği şeylerle aşkı yakıştırmıyordu. Farklıydı, bu yaşına kadar hissettiği her duygudan daha yoğun, daha kalp kırıcıydı. Aşkın hiçbir haline benzetemiyordu, hissettiği şeyleri, yüreğinin iki de bir sıkışmasını hiçbir kalıba uyduramıyor, deli gibi üzülüyordu.

Kafası allak bullak olmuş bir şekilde içli içli ağlarken hala neden bu kadar üzüldüğünü de anlamıyordu. Jungkook'un varlığı mıydı ona bu kadar acı veren? Kollarının arasında huzuru yakalamış gibi uyuyabilmesi miydi? Yoksa değdiği her yeri buram buram yakan dudakları mıydı?

twin flamesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin