Yağmurlu, soğuk bir geceydi. Etraf o kadar sessizdi ki kalp atışımı duyabiliyordum. Nefesimin neden olduğu o hafif uğultu beni rahatsız ediyordu.
Çok acayipti. Çünkü üzerimdekiler adeta karlarla örtülü bir tepeyi andırır gibi kanlar içindeydi. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde okul bahçesinde bekliyordum. Bu kararsızlığımın yanı sıra pazar olmasının verdiği rahatlıkla yurdun yoluna koyuldum. Saat 22.17 olmasına rağmen bu vurdum duymazlığımın sebebi Harun hocanın yurtta nöbetçi olmasıydı.
Harun hoca, beni çok severdi ve bu olaylar hakkında kimseye hiçbir şey söylemeyeceğine emindim. Bu yüzden de pek korkmadım. Üstümdeki kanlardan bile kurtulmamıştım.
Yurdun kapısı bana özgürlüğümüzü kısıtlayan parmaklıklar gibi gelirdi. Tam kapıya gelmiştim ki, sanki beni bekliyormuşçasına Mehmet hoca belirdi. Mehmet Hoca, hafiften kırlaşmış saçları ve buruşmuş alnıyla yaşlı bir bunağı anımsatıyordu.
''Bu halinde neyin nesi evlat?''
Bu sorusu tedirginliğimin daha da artmasına neden oldu. Hemen bir şeyler uydurmam ve bu durumdan sıyrılmam gerekmekteydi. Cevap vermek yerine Harun hocayı sorduğumda kalp krizi geçirdiğini öğrendim.
Beklediği cevabı alamayan yaşlı bunak '' Yarın bunları yurt müdürüne anlatırsın.'' dediğinde de suskunluğum bozulmadı ve öylece odamın yolunu tuttum.
Odaya geldiğimde tedirgin bir halde dudaklarını kemirmekte olan Emir'le göz göze geldim. Bu karşılaşmayla birlikte odaya gizemli bir sessizlik çöktü. Zaman su gibi akarken bu sessizliğin katili ''Bu ne hal?'' diyen Emir olmuştu. Ne diyeceğimi bilmeden, geçiştirir bir tavırla ''Yok bir şey.'' Diyerek odanın hâkimiyetini sessizliğe bıraktım.
Emir anlatmayacağımı biliyordu ve ''Sen duşa git şu halinden kurtul, çamaşırlarını ben makineye atarım.'' diyerek beni başından savdı. Emir pek meraklı birisi olmadığından buna şaşırmadım.
Zamanla gece kovalamaca oynuyordu. Her zamanki gibi yurdun yarı küflü sebilinden derde deva olan sıcacık bir kahve yaptım ve ufak bir yudum alarak rahatlamaya çalıştım. Kafam çok karışıktı ayrıca bir o kadarda huzursuzdum. Sanki hafızamı kaybetmiş gibi hissediyordum, yoksa öyle miydi?
Duştan sonra çamaşır makinesinden elbiseleri çıkararak astım. Yatağa uzandığımda huzursuzluk dört bir yanımı yine ele geçirmişti. 4 kişilik odada 2 kişi kalmanın da verdiği huzursuzluk buna eklendiğinde iyice tedirgin olmuştum.
Oğulcan'ın yokluğunu ilk defa bu kadar çok hissetmiştim. Her zaman konuşan birisinin olması insanın hayatına bir renk katarken şuan oda siyaha bürünmüştü.
Odadaki sessizlik sanki sonsuzluğu anımsatıyordu ama ikimizde uyuyamıyorduk. Yataklarımızda dönüp duruyorduk. Bu sefer sessizliğin katili ben olmuştum.
''Neden uyumuyorsun?''
''Başım ağrıyor.''
diyerek cevap vermesiyle ilaç isteyip istemediğini sordum. Hayır cevabını aldığımda bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmıştım. Bununla beraber yeniden sessizlik kaplamıştı odayı. Sonrası tam bir muammaydı. Sessiz geçen dakikalar sonrasında sabaha ulaşmıştık. Sabahın ilk ışıklarında telefonum o nefret verici alarm sesiyle rezalet bir güne başlayacağımı anlamıştım. Okula gitmek için çabucak hazırlandım. Bu hazırlıklarımı bitirdiğimde hızlıca parmaklıkları aşarak dışarı çıktım. Üzerime sıktığım parfüm Ayça'nın hediyesiydi. Bu gün hava, ağlamış bir kadının burnunu çekmesi gibi bir hale bürünmüştü. Bunun sebebi dün gecenin yağmurlu olması mıydı ki?
Usul adımlarla okulun merdivenlerini çıkıyordum. Kapının yanında vidaları çıkmış ve hafiften aşınmış bir bank vardı. Bankın yanında ki iki kız laflıyorlardı. İstemeden kulak misafiri oldum.
''Ayça ya yazık olmuş, pek samimi olmasak ta severdim.''
Ne saçmalıyorlardı diye düşünürken bahsettikleri Ayça'nın kim olduğunu merak etmiştim ama cevaptan korktuğum için sormaya cesaretim olmadı. Yanlarından geçerken ''Nadir başınız sağ olsun, çok üzüldük.'' Bu soramadığım soruma cevap olmuştu.
Ayça nasıl ölmüş olabilirdi. Biri benimle alay ediyor olmalıydı. Sanki bir bebeğin elinden biberonunu almışlar gibi bir üzüntü kaplamıştı bedenimi. Ayça ölmüş olamazdı. Dilim, dişlerime dolanmıştı sanki ve sessizliğimin kaynağıydı bu durum. Bir şey diyemeden kapıyı açtım, öylece ayaklarımı sürüyerek sınıfın yoluna koyulmuştum.
''Bu duyduğum saçmalıklarda neyin nesi?''
Emir bu sorusuyla kolumdan tuttuğu gibi alt kata inmiştik. Çok öfkeliydi bu yüzdende beni soru yağmuruna tutuyordu.
''Ayça dün gece ölmüş. Sende kanlar içinde yurda geldin. Anlatır mısın?''
dün gece ki kanların sahibi Ayça'mıydı? Asla, böyle bir saçmalık olamazdı. İnsan sevgilisini neden öldürmüş olabilir diki.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KANLI GECE
Mystery / ThrillerTanıtım sayfası- https://www.facebook.com/123kangece?ref=profile Bir gecenin karanlığına sizce kaç cinayet gizlenebilir? 1,2... Belki parmaklarınız kadar. Adaletin çözemediği 10 yılın bedeli ve pazar gecesinin acımasız gerçekleri birçok kan döktü. ...