Saraydan ayrılalı 2 saati bulmuştu. Daha önümüzde 8 saat veya daha fazlası vardı. Muhafızlardan biri birden bire dönüp "Prensesim dalmışsınız. İsterseniz en yakın derede durup mola verelim. " dedi. Yüzümde hafif bir gülümseme oluştu "Siz bu yolu kaç kez gidip geldiniz? Kaç kez burada gün batımını ve gün doğumunu gördünüz? Kaç uçsuz bucaksız nehir gördünüz burada?" soruyu soran muhafız hafifçe arkasını döndü ve "Prensesim ne kadar derdimiz varsa o kadar çok geçtik buralardan, ne kadar üzgünsek o kadar sabahladık ve geceledik biz bu yollarda, kaç uçsuz bucaksız nehir gördüysek o kadar düşündük biz." dedi ve çaresizce sustu. "Diyorsun, kaç prenses taşıdınız bu yollardan?" (cevaben) "Prensesim, kraliyet ailesini ziyarete gelen her prens, her prenses ve her aile bu yoldan gelir. Kirlidir bu yollar, tenhadır. Kimse umursamaz burayı. Dolayısıyla güvenli bir şekilde saraya ulaşırız. Mesela mallarda buradan taşınır. Yağmalanma olasılığı daha düşüktür. Malum komşu krallıklar çabuk fikir değiştiriyor. Her an bir saldırı gelebilir ve kardeşimiz dediklerimiz hançeri sırtımıza saplayabilir." tekrardan "Kaç kez sırtından bıçaklandın peki?" diye sordum. Çaresiz muhafız umutsuzca cevap verdi "Prensesim, ruhsal olarak sayamam ama savaşta 8 kez hançerlendim." dedi ve hafif bir kahkaha attı.
Çaresiz bir soluk aldım. Kafamı gökyüzüne çevirdiğimde çoktan ay kendini göstermeye başlamıştı. Muhafızda bir soluk alıp "Her gün bir umuttur derler. Bence değildir, her gün bir öncekinin tekrarıdır. Ölüm olmadıkça ki her şeyin, her yıldızın, her yastığın, her yatağın, her kalemin, her kitabın altında ölüm vardır prensesim. Her yıldız bir gün kara deliğe dönüşecektir, her yastığın altındaki günlük bir gün çaresizce kalacak ve birilerinin ona bu günlüğün sahibi dolayısıyla da sen öldün yazmasını bekleyecektir, bir gün her yatağın üzerine ölen kişinin bir portresi konacaktır, her kalem bir gün intihar mektuplarını veya ölüm isteklerini bir deftere yada müsveddeye not edecektir, her kitap bir gün kendisinin yapılması için ölen ağaçlara üzülecektir."
Söyledikleri kalbime işlemişti. Gözümden bir kaç damla yaş döküldü. Umutsuzca iç çektim. Yorgun olduğumu fark ettim ama yol yüzünden değil, hayat yüzünden yorgundum ben. "Peki ya şuradaki dikenlere atsaydım kendimi... Madem değişmek mümkün değil diyorsun. Şuracıktaki dikende değiştirmez mi seni? Şuradaki diken yüzünden ölebilirsin bile. Sen hala değişemeyeceğimize mi inanıyorsun?" çaresizce "Evet prensesim. Fiziksel olarak değişmemiz çok kolaydır ancak ben bir gülün dikenlerinden bahsetmiyorum. Bir kaktüsün içindeki sudan bahsediyorum. Hayatımız bir yağmurdur. Biz bir kaktüs gibi hayatı içimizde depolarız, bu suyu biri bizi dinlemeye başlamazsa değişemeyiz. Ki kimse bizleri gerçekten dinlemez." Sırıtmakla yetindim. Muhafızda tek kelime etmedi.
Birden "Sen dinlemeyi biliyor gibisin." dedim muhafızın sırıttığı arkasını dönmese de belli oluyordu "Prensesim, hiçbir zaman sizinle dertleşeceğimi düşünmezdim. Herkes bize kraliyet ailesinin duyguları olmadığını söylerdi, aptal gibi inanıyordum bu yalanlara. Çok yormuşlar sizi. Ben de yorulunca öğrendim dinlemeyi, anlatmanın bir çaresi yoktu çünkü beni dinleyen yoktu. İlk kez beni siz dinlediniz, fikirlerime önem verdiniz. kahkaha attım. "Ben ne konuşmayı nede dinlemeyi severim, ben hayatı sevmem desem yalan olmaz. Hayatım yazdığım romandan ibarettir, okuduğum kitaptan ibarettir, düşüncelerimden ibarettir. Uzun, tenha ve kirli yollar insanı ifade eder aslında şu an ki gibi. Uzun olan acılardır, tenha olan aşk ve arkadaşlıktır, kirli olansa insanın ta kendisidir aslında. Hepimiz sustuk...
Aradan o kadar fazla zaman geçmişti ki gün aydınlanıyordu. Daha önce hiç konuşmayan muhafız "Prensesim, vardık." dedi soğuk ve duygusuz şekilde. Sanıyorum ki bu kadardı uzun, tenha ve kirli yollar sona ermiş, okula varmıştık. Koyu sohbetimiz ve mesafeli sırdaşlığımız bitmişti. Her şey bitmişti, yeni bir sayfa belki de yeni bir hayat başlıyordu.
Okulun ihtişamlı kapısında bekleyen 2 muhafız benden mühürlü kağıdı almış, prenses olduğum doğrulanınca ihtişamlı kapılar benim için açılmıştı. Atımdan indiğim anda genç bir kadın beni karşıladı, oda benim gibi kızıl saçlıydı ve bana "Brook okuluna hoş geldin Leydi Kamelya!" bana leydi demesi hoşuma gitmişti daha önce kimse bana böyle dememişti.
Hafif sırıtarak okula bir göz attım. Çok ama çok ihtişamlıydı, devasa duvarları, aşırı büyük tokmaklı kapıları, orantılı bir şekilde yerleştirilmiş olan camlar ve 2 uçuk renkle oluşturulmuş örüntülü duvarları. İnsanı cezbediyordu. İlk kez bir binayı bu kadar beğenmiştim. Duvarlarında bir yaşam canlanıyordu sanki, mermer basamaklardan çıkarak kadınla el sıkıştım. Kadın kendini tanıtmaya başlamıştı bile "Ben Lord Minatozaki, tanıştığımıza memnun oldum Leydi Kamelya!" "Vay be!" diye mırıldandım içimden. Ama bir kadın nasıl lord (kral) oluyordu? Queen (kraliçe)olması gerekmiyor muydu? "Makamınız neden queen değil Lord'um?" diye soruverdim birden "Uzun hikaye!" dedi sert bir tonla, sesinden sinir akıyordu. Bu kadar sevecen bir kadın neden bu kadar sert davranmıştı ki şimdi? Daha fazla sorgulamama kararı almıştım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lordlar ve Varisler
PertualanganPrens ve prensesler için kurulan okulun acımasız lordları tehlikeli bir oyun kurar. Bu oyunun kazananları bir prens ve bir prensesten fazlası olmayacaktır. Peki ya bu şanslılar kimdir?