Kendinden büyük kardeşi olanlar vereceğim örneğe muhakkak aşinadır. Hani küçükken kardeşinize bir yerinizin acıdığını söylersiniz de o da size "Bir tane de ben vurayım da diğer ağrıyı unut." der ya...
İçinde bulunduğum durumu bu absürt örneğe benzetmekten alıkoyamıyordum kendimi.
Tam bir buçuk hafta olmuştu hastane köşelerinde sürünürken bir yandan da Chan'dan haber beklediğim. Babama üzülmeye fırsat bulamadan Chan için endişelenmeye başlayarak günlerdir minimum ve zorlama öğünlerle, günlük birkaç saatlik uykularla yaşamaya çalışıyordum resmen.
Babam daha iyiydi, biraz daha iyileştikten sonra fizyoterapiye başlayacaktı. Bu içime biraz olsun su serpen bir gelişmeydi neyse ki. Ama Chan'dan hala haber alamıyordum. Haberlerde bahsedilen rütbeli o muydu? Değilse o neredeydi? İyi miydi? Benim yüzümden kendini hala kötü hissediyor muydu? Ya da en basitinden yaşıyor muydu ki?
Merakımdan askeriyeyi arayıp onu soracak kadar telaşlanmıştım en başta. Hiçbir haber yoktu, askeriye bilgi veremeyeceğini söyleyerek beni geçiştiriyordu. Haber siteleri şehitlerin ismini açıklamadığı için içimdeki şüphe geçmiyordu ve her ne kadar o ve arkadaşları olmamasını umut etsem de bir yanım endişeden deliriyordu. İşin aslını öğrenemeden öylece oturmak o kadar zordu ki, attığı son mesajlar aklıma geldikçe bana ihtiyacı olduğu anda yanında olamamış olma düşüncesi beni ağlatıyordu.
Koridorda oturmuş içerde babamın üzerini değiştiren annemin işini bitirmesini bekliyordum. Kollarımı bağlamış ve büyük boş vermişlikle yayılmıştım sandalyeye. Her ne kadar kafamı toparlamaya çalışsam da üst üste gelen stres etmenleri yüzünden bir türlü kendime gelemiyor, kendimi her seferinde karşı duvara dalıp gitmiş bir şekilde buluyordum günlerdir. Yine aynı şekilde boş boş karşıya bakarken hastane koridorunda ritmini bile ezbere bildiğim adım sesleri duyunca daldığım yerden çıkarak bakışlarımı o yöne çevirdim.
Aynı yürüyüş, aynı dik duruş, aynı ifade.
Sungkyum. Sung amca. Babamın en yakın arkadaşı, kardeşim dediği adam.
Babamın askeriye girdiği günden askeriyeden emekli olduğu güne kadar bir kez olsun ayrılmadığı, tanıştıkları günden beri her zaman yanında olduğu yegane dostuydu kendisi. Babamla o kadar benzerdi ki her şeyleri, annem her seferinde asker oldukları için benzediklerini iddia etse de ben daha çok kişilik olarak da benzedikleri için bu kadar aynı olduklarını düşünüyordum.
O ve ailesi her zaman bizimle olmuşlardı. Babalarımız görevlere gittiğinde onun ailesi ve biz bir araya toplanarak onların görevden geri dönebilmesi için dua ederek beklerdik. Çocukları benim olmayan kardeşim gibiydiler, karısını ise en az annem kadar severdim. Ne yazık ki emeklilikten sonra yurt dışına taşındıkları için biraz açılmıştı aramız. Eskisi kadar sık görüşemiyorduk. Ama babamın durumunu duyduğu anda ilk uçakla atlayıp geliverecek kadar da sağlamdı aralarındaki bağ hala.
Onun geldiğini görünce oturuşumu düzeltip ayağa kalktım. Yüzü hüzünlü bakıyordu. Yanıma geldiğinde tek kolunu etrafıma sararak saçlarımdan öptü beni.
-Nasılsın güzel kızım?
-İyiyim.
Sesimin cılızlığı tam aksini söylerken o da inanmamıştı zaten iyi olduğuma. Beni kendine bastırıp saçımı okşadı.
-O huysuz herife ben hep dedim, bak çok boş şeyleri dert ediyorsun bir gün inme inecek sana diye! İndi işte. Şimdi işin yoksa onunla uğraş dur. Onun hasta hali de hiç çekilmez, biliyor musun? Görevde burnu akınca bile time çektirmediği çile bırakmazdı nazlı prensesin.