Hayatım boyunca binbir zorluğun üstesinden tek başıma gelmiştim.
Daha doğrusu gelmeye çalışmıştım desek daha doğru olur.
Ağlamaktan bayılacak hale geldiğim gecelerin sabahına nasıl çıktığıma hala kendim bile şaşırdığım bir dönemi geride bırakmıştım yirmili yaşlarımın bitmesiyle beraber. Sanıyordum ki bu yaşımda oturup saatlerce ağlayacak kadar duygu kalmamıştı içimde. O gece yarısı odamda tek başıma yere göğe sığamadığım sıkıntılı günler bir daha geri gelmeyecekti. Bu güne kadar yaşadıklarımdan kazandığım tecrübeyle başıma ne gelirse gelsin hepsini göğsümde yumuşatıp teker teker her biriyle baş edebilirim zannediyordum.
Kimsin, kaç yaşındasın, bu zamana kadar sen ne yaşadın, senin hikayen ne bilmiyorum. Ama sana hayata dair küçük bir spoiler vereceğim. Yıldırım aynı yere iki kere düşmez cümlesi külliyen yalan. Kaç yaşına gelirsen gel, tekrar tekrar aynı şeyleri yaşasan da her seferinde aynı acıyı hissediyorsun. Hatta bu sefer bir öncekinden daha fazla acıtıyor çünkü aynı acı tekrar göğsünü delip geçmeye çalışırken bir önceki henüz iyileşmemiş oluyor.
İyileşmiyorsun.
İyileşemiyorsun.
İstersen ilaçlara sarıl, istersen kendi başına ya da sırtını çevrene dayayarak yapmaya çalış bunu. Tamamen faydasız.
Çatlayan şeffaf bir bardakta kalan çatlak izi gibi orada öylece duruyor. Bazen sızdıyor, tekrar aynı yere darbe aldığında çatlak büyüyor ama iyileşmiyor.
Kalbim kırıldı gibi cümleler kullanır ya bazen insanlar. Üzüldüklerini ifade etmeye çalışırlar. Aslında yanlış bir tabirdir bu.
Kalp elle tutulur, hissedilir, yeri geldiğinde açılıp tamir edilebilir bir organdır. Kırılamaz. Kırılan şey ruhtur. Kalp sadece ruhun aldığı darbeyi hissedebilecek kadar hassastır.
Beynin aksine.
İnsan beyni acıyı unutmak üzerine programlanmış tek organdır. Yaşadığı her travmayı cam üstündeki bir kum öbeğine üfler gibi silir süpürür.
Bu yüzdendir ki çoğumuz kalbimiz ve beynimiz arasındaki tahtravellide dengeyi bulmaya çalışırken iki taraftan birine yenik düşüp bir tarafa doğru eğilerek ruhlarımızı paramparça ediyoruz.
Ne aklıyla hareket eden kazanabiliyor bu oyunda ne de kalbiyle hareket eden. Bu ikisinin dengesini bulması ise imkansız. Bu yüzden bu dünyadan göçüp giden insanların bir çoğu aslında ruhen çoktan paramparça olmuş bir şekilde, en son bedenden terk ediyorlar bu evreni.
Kaçış yok.
Hepimiz paramparça olacağız.
Ama bu kadar erken olması çok gerekli mi emin değilim.
Mutluluğun beni ne zaman bulacağını düşünerek geçirdiğim bu ömürde çok kısa bir süreliğine de olsa sonunda bir şeyler yakalamaya başladığımda dair ufak bir inancım olmuştu son zamanlarda. Ufak tefek pürüzler dışında yavaş yavaş bana gelmekte olan beklediğim şeylere elimi uzattığımı sanıyordum. Ama sanki tam parmak ucum o mutluluğa değmek üzereyken birden bire biri geriye çekmişti ve ben yine kilometreleece uzağa savruluvermiştim hemde bu sefer çok çok daha uzağına.
O gün Minho gittikten sonra kapıyı açıp baktığımda etrafta Chan falan yoktu. Aşağı inip sokağı kontrol etmiş, hatta belki yolda bulurum diye umut ederek sokak sokak aramıştım onu fakat bulamamıştım.
Bir umut belki aramıştır ya da not bırakmıştır diye gerisin geriye eve dönmüş, dış kapının önünde her yeri karıştırmış, eve girip telefonumu elime alıp onun bana ulaşabileceği bütün uygulamaları kontrol etmiştim.
Yoktu.
Gitmişti.
Minho ilk defa yanılıyordu. Chan benimle konuşmak için kapının önünde beklemiyordu. Hatta konuşmak dahi istemiyordu belli ki.
Yaşadıklarının zor olduğunu bilerek ona zaman vermek istedim. İçimdeki merak ve endişe duygusuna her an yenik düşmeye hazır olsam da onu sık boğaz etmemek adına sessiz kalmayı tercih ederek hazır olduğunda onun bana ulaşmasını beklemeye başladım.
Bu doğru bir karar mıydı emin değildim ama içimden bir ses bunu yapmam gerektiğini söylüyordu.
Bir gün, iki gün, bir hafta, bir ay derken 3 Ay boyunca hiçbir ses çıkmadı kendisinden. Bu zaman aralığında kendi hayatımda uğraşmam gereken şeyler olduğu için önceliğimi onlara verip kafamı dağıtmaya çalıştım.
Şunu da belirtmek isterim ki ona kendim ulaşmaya çalışmadan da bir keresinde Minho'yu arayıp Chan'in nerede olduğunu bilip bilmediğini sormuştum. Bana Chan'in izinli olduğunu ve uzun zamandır görüşmediklerini söyleyip kapattı. Ha bir de telefonu kapatırken onu bir daha aramamamı rica etmişti.
Böylece hayatımdan aynı anda iki kişi birden eksilmiş oldu.
Düşününce bunlar kısa zaman öncesine kadar hayatımda olmayan insanlardı ve o kadar da etkili bir rolleri yoktu benim için. Yani olmaması gerekirdi. Peki neden onların eksikliğini hayatımdaki bütünlüğün bozulması gibi hissediyordum?
Her sabah olanları düşünerek halsiz ve moral olarak diplerde uyanmıştım üç ay boyunca. Yataktan kendimi zorla kaldırıp, zorla yemek yiyip, çevremle ve sorumluluklarımla zorla ilgilenip her gece yatağa ağlayarak girmiş, bu döngüyü o güne kadar tekrar ve tekrar her gün devam ettirmek zorunda kalmıştım.
Hiç alışamadım. Acısı asla hafiflemedi. Özellikle Chan'in yokluğu içimde o kadar büyük bir delik oluşturmuştu ki iyileşmek adına yaptığım ne varsa o deliğe düşüp yok oluveriyordu.
O gün, yokluğunun kaçıncı günüydü bilmiyorum.
'Üvey kardeşimin' hastaneden taburcu olacağı gün, masraflarını ödemek için hastaneye gitmiştim. Ve bu arada evet, her ne kadar aramızdaki akrabalık durumundan emin olmasam da onun bulaşık annesinden kurtulabilmek adına bütün masraflarını üstlenerek hastanede geçirdikleri zaman boyunca maddi olarak onlara ben destek olmuştum. Babamın ve annemin bu durumdan haberi elbette ki yoktu.
Taburcu olması için imzalamam gereken bir kaç şeyi doktorun asistanın masasına eğilmiş imzalarken adını anmak dahi istemediğim o kadın arkamdan yaklaşarak koluma dokundu. Onun bu beklenmedik teması midemi bulandırırken o an hissettiğim en kötü duygularımı birebir dışa vuran çatık kaşlarımla baktım ona. Elinde tuttuğu beyaz zarfı burnumun dibine kadar sokmuş, yüzündeki yarı keyif yarı merak ifadesiyle bana bakıyordu.
İlk baş zarfın ne olduğunu anlamayarak şüpheyle baktım ona. Aklıma başka bir şey olacağı gelmediği için hastane masraflarına ortak olmaya çalıştığını falan sanıp kısa süreliğine şaşırdım bile. Ama zarf içinde para olamayacak kadar inceydi. Yani muhtemelen başka bir şey olmalıydı.
-Ne bu?
-Bilmem. Aç kendin bak.
-Kimden peki?
-Arkadaşından.
-Hangi arkadaşım?
-Bu hastanede olandan.
O an vücudumda ayakta durmamı sağlayan tüm sistemler hata verirken titremeye başlayan elimi uzatıp burnumun ucuna soktuğu zarfı aldım.
Chan bana mektup mu bırakmıştı? Bunca zaman ondan haber alamadığım için boşuna mı kahrolmuştum yani?
Ama hayır, bekle.
Zarfın üstünde onun adı yazıyordu.
Christopher Chan Bang'e.
Ondan bana değildi bu mektup. Başka birinden ona gelmişti.
-Sana bunu veren kişi nasıl biriydi?
-Kazazedeydi. Aynı otobüsteydik. O kızı bilmiyor musun?
-Kız mı?
-Evet. Kısa, siyah saçlı...
Elimi kaldırıp susmasını işaret ettim. Ryujinden bahsediyordu.
-O mu verdi sana bunu?
-Evet. Uyuşturucu satıyor gibi gizli gizli tutuşturdu elime.
-Seni nerden tanıyor peki?
-Bilmem.
-Ne zaman verdi peki?
-2 aydan fazla oldu.
Ona inanamıyormuş gibi baktım.
-Ve sende bugün mü vermeyi uygun gördün?
-Aklımdan çıkmış.
Sinirli bir şekilde iç çektim. Bu kadının varlığı bana hangi günahımın bedeliydi acaba.
-Tamam. Her neyse...
Az önce yarım kalan imza işine geri dönüp iki kağıda daha imza attıktan sonra kalemi elimden bırakarak ona döndüm.
-Sizin işiniz halloldu. Gidebilirsiniz. Sizi eve bırakması için taksi çağıracağım. Geldiğinde size haber verirler. Benim gitmem gerek.
-Bekle. Babanın yanına uğramak istiyordum ama...
Ona o kadar kötü bir bakış attım ki o yüzsüz kadın birden bire buz kesilip cümlesini tamamlamaya cürret edemedi.
-Her neyse. Buraya da boşu boşuna gelmiş olduk. Olan benim evladıma oldu. Aylardır hastanelerde sürünüyoruz. Neyse ki durumu iyi. Yoksa ben ne yapardım!
-Gider başka evli bir adamdan çocuk peydahlar bu seferde onun ailesine musallat olurdun. Senin için dert edilecek bir durum değil gibi.
Gözleri doldu. Umurumda mıydı? Tabii ki hayır. Arkamı dönüp hastanenin çıkışına doğru yürümeye başladım.
Elimde tuttuğum kağıt zarf, kızgın ateşler içerisinden çıkartılıp elime tutturulmuş bir demir parçasıymış gibi elimi yakıyordu. Bir an önce kendi başıma kalabileceğim bir yere gidip içini açıp okumak istiyordum ama buradan eve ışınlansam bile geçen süre muhtemelen bana yıllar gibi gelecekti. Bu yüzden eve kadar gitmeyi beklemeyip hastane bahçesinde bi banka oturarak hızlıca zarfın ağzını yırtarak açtım ve içindeki kağıdı çıkarttım.
Gözlerim baştan sona hızlı bir şekilde kağıt üzerinde gezinirken fark ettim ki bu bir mektuptu. Hemde yıllar öncesinde yazılmış eski bir mektup.
Eun Kyung adında bir kadının Kevin isimli birine yazdığı bir mektup ve...
Bir saniye.
Mektubun satırları arasında gözüme takılan bir detayla kaşlarım çatıldı.
3 Ekim'de doğan bir bebek...
Annesi adını Christopher koymak istemiş.
Ama yapmamış çünkü onu yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış.
Bu Chan'in annesinin yazdığı bir mektup muydu yani?
Birden bire kafama çullanan sorularla aklım o kadar karıştı ki okuduğumdan hiçbir şey anlamadan öylece kağıda bakarken buldum kendimi.
Kendime gelmek için gözlerimi kapatıp bir kaç saniye zihnimi sakinleştirmeye çalıştıktan sonra geri açıp kağıdı düzgünce anlamak adına yavaş yavaş baştan sona okudum.
Chan'in annesi Kevin isimli ve evli bir adamdan hamile kalmış, adam çocuğu istemeyince de aldırmaya karar vermişti. Ama çocuğuna kıyamayıp onu aldırmaktan vazgeçip doğurmuş ve işlediği günahın vebalini onu yetimhaneye bırakarak bebeğin üstüne yüklemek istemişti.
İçimde hem öfke hem acıma hissi eş zamanlı olarak kabarırken kafamı kağıttan kaldırıp sakinleşmek adına derin nefesler almaya başladım.
Chan, yaptıklarının sorumluluğunu taşımaktan bile aciz iki kişinin, küçücük haliyle dünyanın acımasızlığına tek başına bıraktığı biricik oğluydu. Anne babasının yetişkin olarak davranamamısının cezasını büyürken üstüne karabasan gibi düşen bir çok sorunla tek başına mücadele etmeye çalışarak ödemişti.
Onun ruhunun kırıklarını toplamaya çalışırken ellerim kesilse de her zaman içimde ona karşı hissettiğim merhamet ve şefkat duygusunun sebebi buydu sanırım. Beni kızdırsa da, ondan kendimi uzak tutmaya çalışsam da içimdeki şifacı onun erken dönem hayatının karmasını iyileştirmeye çalışmak için can atıyordu.
Onun hayatının detaylarını öğrendikçe yapbozda parçalar yerine otururken daha fazlasını bilmem gerektiğini hissediyordum.
Ne yapmam gerekiyordu? Nasıl öğrenebilirim ki?
Heyecandan hala elim ayağım titrediği için mantıklı düşünemiyordum. Kafam allak bullaktı. Kafamda darmadağın bir sırayla dizilmiş cevap bekleyen milyon tane soru vardı.
Öncelikle Ryujin denen o kız bu mektubu Chan'e vermek yerine neden bana vermeyi tercih etmişti?
Ve tabii birde acaba Minho'nun bu mektuptan haberi var mıydı?
Elbette ki vardır, dedi içimdeki ses. Onun haberinin olmadığı bir şey yoktu ki zaten. Gözümün önüne Chan'le kavga ettikleri gece gelince onun Chan'in annesi hakkında bulunduğu imalar doldu kulağıma. O kadar ağır konuşmuştu ki bunu neden yaptığını o an anlayamamıştım. Fakat şimdi görüyordum ki kendince Chan'in canını yakmak için geçmişe gömülü kalmış bir hikayeyi biraz daha sert bir üslupla anlatmaya çalışmıştı ona.
Başımı ellerimin arasına alıp gözlerimi yumdum. Ne yapacağımı bilmiyordum ama bir an önce harekete geçmem gerektiğine emindim. Sakinleşmek için bir süre derin nefesler alarak bekledikten sonra gözlerimi açıp mektupu çantama tıkıştırarak yerine telefonumu aldım ve bana yardımcı olabileceğini düşündüğüm eski bir arkadaşımın numarasını tuşladım. Bir kaç çalıştan sonra açtı.
-Hey, merhaba. Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Eğer sorun olmayacaksa senden bir iyilik isteyebilir miyim? Nasıl söylerim bilmiyorum ama birinin hayatı hakkında öğrenmem gereken detaylar var ve bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Biliyorum kulağa fazla illegal bir mesele gibi geliyor ama bu önemli bir mesele. Yardımcı olabilir misin?Cevap olarak bilmiyorum, emin değilim, erişim iznim olduğunu sanmıyorum gibi aldığım bir çok cümleden sonra en sonunda ikna edebildiğim arkadaşımla öğleden sonra iş çıkışı buluşup bu konuyu konuşmak için anlaştık.
Buluşma saatine kadar saniyeleri sayarak geçirdim günün geri kalanını. Bir an önce saatin gelmesi için kendimi oyalamaya çalıştım gün boyunca ama zaman bir lastik gibi uzadıkça uzamıştı sanki. Eve gidip uyumaya çalışmış, bir kaç saatlik daha çok rahatsız hissettiğim bir uykudan sonra evi süpürmeye başlamış hemen ardından da bir şeyler izleyerek andan uzaklaşmaya çalışmıştım ama nafileydi. Saatin beşi bulması beş yüz yıl sürmüştü sanki. Saat dört buçuk gibi arabama atlayıp arkadaşımın iş yerine sürmüş, onun işten çıkıp yanıma gelmesi beş buçuğu bulmuştu.
Hemen zaman kaybetmeden rahat oturabileceğimiz bir yere götürdüm onu. Sessiz sakin ve az insanın bulunduğu bir kafeye geçip birer kahve sipariş ettik. Ben kahvelerin gelmesini bekleyemeyecek kadar sabırsızdım. Bir an önce konuya girmesini istiyordum. Ne bulmuştu? Detaylar neydi? Bilmem gereken neler vardı?
Arkadaşım bana deliymişim gibi baksa da yine de çantasından ince bir dosya çıkartıp önüme bıraktı. Elime aldığım dosyanın kapağını açıp şöyle bir göz attım. Doğum belgesi, evlatlık edinilmesiyle ilgili bir kaç ıslak imzalı dosya vb şeyler harici kayda değer bir şeyler görememiştim. Bu sırada arkadaşım kendince bulabildiği her şeyi anlatıyordu bana.
Chan'in doğumundan asker olana kadar geçen süreyi kısaca özetleyip gerçek annesinin konusuna geçtiğinde bakışlarımı kağıtlardan kaldırıp onu dikkatlice baktım ona. Bugün elime geçen mektupta anlatılanlardan farklı bir şey söylemedi. Annesinin doğan bebeğin babası yerine nüfusa kendi babasını kayıt ettirdiğini, bebeği yetimhaneye bıraktığında yaklaşık 22 yaşlarında olduğunu ve bundan 13 sene önce kanserden vefat ettiğini anlattı.
Chan'in annesini hiç görmeden kaybetmiş olması içimde öyle bir acı bıraktı ki o an yutkunamadım. Bazı yarım kalan hayatlar sonsuza kadar tamamlanamıyordu işte. Bunu bilmenin Chan'e ne kadar zarar vereceğini tahmin dahi edemiyordum. Bunları onlara anlatmalı mıydım? Annesinin öldüğünü bilmek onu daha mı üzerdi? Yoksa zaten yıllardır onu görmediği için bu durumu daha olgun mu karşılardı?
Kafamın içindeki kargaşa git gide daha da yoğunlaşırken düşüncelerimi toplamaya çalışmak için bir süre sessiz kalmayı tercih ettim. Durum git gide işin içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Bunu nasıl çözeceğimi bilmemek bir karabasan gibi üstüme çekip beni boğmaya başlamıştı.
Ben kendi kendime sakinleşmeye çalışırken arkadaşım kahvesinden bir yudum alarak bana döndü.
-He bu arada, evliymiş haberin olsun. Kim olduğunu bilmiyorum ama bilmiyorsan söyleyeyim.
Kafamı salladım.
-Biliyorum. Annesi babası başkasıyla evliyken hamile kalmış ona. Tam bir yılan hikayesi. Babasını bulmak belki de imkansız gibi bir şey.
Kafasını salladı iki yana.
-Hayır babasını kastetmiyordum.
Ne demek istediğini anlamayarak çatık kaşlarımın altından baktım ona.
-Kimden bahsediyorsun?
-Chan'den.
-Nasıl yani?
-Chan yurt dışında başka bir ülkede evli görünüyor. Kağıtlarda görmedin mi?
Önümdeki ince dosyayı hızlıca açıp kağıtlara tekrar bir göz attım. En altlarda kalmış, üzerinde hangi dil olduğundan emin olmadığım yazılar bulunan bir kağıt vardı. Az önce bakarken gözden kaçırmış olmalıydım. Onu kağıt destesinin arasından çıkartıp en üste koyduğumda bunun bir evlilik başvuru belgesi olduğunu gördüm.
Üzerinde Chan ve bir kızın fotoğraflarının olduğu bu yabancı dilde yazılmış belgede ne yazdığını anlamasamda şöyle bir göz attığımda isimlerin olduğu kısma geldiğimde zaten çoktan başıma yıkılmış dünyam an itibariyle tamamen yok oldu.
Park Ryujin.
Doğum Tarihi: 17 Nisan 2001
Doğum yeri: Seoul
Kan Grubu : B +