İnsanın dudakları tebessüme ev sahipliği yaparken, kalbi hüngür hüngür ağlayabilirmiş. Bunu her geçen yaşımda bir kez daha anıyordum, birinin ağladığını anlamak için gözlerinden akan yaşa değil kalbinden akan acıya bakmak gerekiyordu
Babam hep büyümek istiyorsan acı çekeceksin derdi, bir çocuk ne kadar acı çekerse o kadar hızlı büyürmüş. Oysa annemin o küçük kızın kalbine açtığı yaralar onu erken büyütmemiş, erkenden ölümle göz göze getirmişti.
Acılar bizi büyütmezdi ki, acılar sadece kalbimizi yaşlandırırdı.
Üzerime giydiğim polarlı kot ceketin ceplerine ellerimi soktuğumda soğuktan uyuşan parmaklarımın acıdığını hissettim, gecenin üçünde şehrin sokaklarında dolanmak vücudumu dondurmaya yetmişti. Saatlerdir dönüp durduğumuz sokaklardan birine girdiğimizde yorgunlukla kendimi kaldırıma bıraktım.
"Ben çok üşüdüm ve yoruldum." dedim bıkkınlıkla "Daha ne kadar dolanacağız?"
Yorgun sesimle bana doğru dönen ilk Enis olmuştu, yanıma gelerek karşımda eğildi. "QEL binasını bulamadık hâlâ ve hiç kimse bilmiyor nerede olduğunu, biraz daha araştırmamız lazım."
"Konum bilgisi en son dört yıl önce güncellenmiş, demek ki artık böyle bir yayın binası yok." dedim çatlayan dudaklarımı birbirine bastırıp.
Yanıma oturan İmer soğuktan titreyen ellerini ovuşturdu ve derin bir nefesi avuçlarına üfledi. "Online olarak devam ediyorlar, demek ki hâlâ görevli birileri var."
"Eve gidelim." dedi Mehir. "Biz neyse de kızlar çok üşüdü, biraz dinlenip yine çıkarız."
3 GÜN SONRA-ANTARES
Değişmek mi zordu yoksa yaşadıklarınla değiştiğini bilmek mi?
Değişmiştim. Her şeyimle öyle çok değiştim ki, ben bile kendimi tanıyamıyorum artık. Eskiden ölüm kelimesi bile ruhumda fırtınalar çıkarır korkuyla titretirdi beni. Peki ya şimdi, kimdi bu her sabahında ölüme yaklaştı diye sevinen? Neydi beni bu hale getiren?
Acı.
İnsanın ruhuna usul usul, derin sancılarla sızıp kendinin esiri yapardı. Gecenin bir vakti kalbinde hissettiğin o acı sabahın ilk ışıklarıyla değiştirirdi insanı, hiç tanımadığı birine.
Saat 05.46, hava kızıl renginin ardında masmavi olan gökyüzünü gölgelemiş.
İçimde kopan fırtınalar artık beni uyutmuyordu bile oysa ben uykuya aşık bir kız çocuğuydum, küçük kızın uykularını kaçıracak fırtınalardı bunlar.
"Bir, iki ve üç." dedim fısıltıyla "Hiçbir şey yok."
Kendimi inandırmak için bir kez daha ama belki saatlerdir yüzüncü defa tekrarladım. "Bir, iki ve üç. Hiçbir şey yok."
"Bir, iki ve üç. Hiçbir şey yok, canın acımıyor artık." dedi orta yaşlarında adam, kızının kanayan dizine bir öpücük bırakıp. "Haydi sen de söyle."
"Ama canım acıyor." dedi küçük kız iri kahve gözlerinden akan yaşlarla, parmakları babasının parmaklarına dolandı ve hıçkırıklarını yutmaya çalıştı.
"Kalbimdeki ağırlık gün geçtikçe artarken ben nasıl hiçbir şey yok gibi davranabilirim?" diye sordum kendime, içime akan gözyaşlarımı dışa yansıtmamak için çok çabalasam da başarılı olamıyordum.
Taytımın üzerine giydiğim bol sweati avuçlarımın içine hapsedip kapıyı açtım, üst kattaki tüm odaların kapıları açıktı ve kimseler yoktu. Hızlı adımlarla merdivenlerden indim, mutfaktan gelen çay ve simit kokusu beni bir çocuk gibi mutlu etse de mutfakta kimseler yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Son Umut: Beşgen
FantasyBir masalın güzel satırlarında başlar gibi başladı her şey ama hayır. Bizimki ne bir masaldı ne bir hikaye. Yazarın kaleminin mürekkebi kararmaya yüz tutmuş hayatlarımıza yavaş yavaş damladı. Bu bizim hikayemizdi ama başkaları yazmıştı. Yine hayatım...