Sabah, gün doğmadan kulübemden ayrılmış ormanın içinde koşuya çıkmıştım. Kan ter içinde kalana kadar koşmuş, egzersiz yapmış ve bir köşeye oturup gün doğumunu izlemiştim. Geri döndüğümüzden beri yaşlı kadın Runa'nın evine gitmiyordum. Kafam dumanlıydı, aklımı toparlamakta güçlük çekiyordum.
Kimsenin beni anlayabileceğini zannetmiyorum çünkü yaşadığım hayatın anlaşılır bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Rahat değilim, gördüğüm halisülasyonlar çoğalmaya başladı ve Ivan Park, son gördüğümden beri daha çok aklımda yer kaplamaya başladı.
Dürüst olmam gerekirse, içten içe kendimi yeni bir hayatım olacağına inandırmıştım. Kaçırdığım nokta şuydu, benliğim.
Alışık olduğum yaşam ve bilinçaltım.
Bunları ayırt edebilecek kadar farkındalığım olmasına rağmen karşı gelecek güce sahip değildim. Çünkü fiziksel güç ayrı, zihinsel direnç çok farklı şeylerdi. Çok kez göreve çıkmıştım, pek çok kez ölümün eşiğine gelmiş, çok güçlü düşmanlarla karşılaşmıştım. Bu, herhangi bir düşmanla karşılaşmak gibi değildi, çünkü kendine karşı savaşamazsın. Ivan Park benim benliğimi oluşturan en önemli etmendi, sürekli diken üstünde huzursuzca yaşamanın, rahat bir nefes almaya olan muhtaçlığımın sebebiydi. Çünkü ne yaparsam yapayım onu kafamdan, bilinçaltımdan çıkartamazdım.
Bir bilinmezliğin içindeydim. Kendimi oraya ait hissetmiyordum ama buraya da ait değildim. Jungkook burada olmasına rağmen. Aramızda herhangi bir sorun olmamasına rağmen. Kaybolmuş hissetmekten ve huzursuz hissetmekten bıkıp usanmıştım. Sorun Jungkook'a yakın olmak değildi, sorun her seferinde tekrar ettiğim gibi bendim, benim durmaksızın çalışan beynimdi.
Her şeye rağmen Jungkook'u düşünmek içimi bir miktar rahatlattı. Birkaç gündür onu neredeyse hiç görmüyordum, klanlar arası işler ve şu kara büyücülerin araştırılması ile meşguldü. Bir toplantı bitmeden diğerine koştuğunu ayaküstü Yugyeom'dan öğrenmiştim. Dün gece kapım tıklanmıştı, o olduğunu tahmin edebiliyordum. Hatta emindim ama ışıklarım kapalıydı, yatağıma gömülmüştüm. Kapıyı açmadım, cevap da vermedim. Uyuduğumu düşünmüş olsa gerek bir süre sonra gitmişti. Sonra gecem kabusa gömülmüştü ve sabahında da buradaydım işte. İstemsizce uzaklaştığımın, kafamdakilerin esiri olmaya başladığımın farkındaydım ama dediğim gibi en acısı da farkında olmama rağmen karşı koyamamamdı.
Yerimden kalkarak yürümeye devam ettim. Klübeme ulaştığımda çay yapmak için ocağa su bıraktım, ayrı küçük bir tencereye de iki tane yumurta koyarak haşlanmak için hazırladım. Ardından üzerimdekileri çıkartarak banyoya girdim. Her seferinde gözlerimin takıldığı mührüm her zamankinden daha canlıydı sanki. Elimi lotus yaprakları üzerinde gezdirdim. Hala Jungkook'un mührünü görmemiştim. Belki de sormalıydım, kendiminkini nasıl göstereceğimi bilmesem de bu konuyu rafa kaldırdım. Hızlı bir duş alarak yeni aldığım kıyafetlerden gri renkli sweatshirt'ü üzerime geçirdim, siyah bir pantolonu da giydikten sonra hızla saçlarımı kurutup öylece bıraktım. Mutfağa ilerleyerek kaynayan suya biraz çay attım ve haşlanan yumurtaları ocaktan indirdim.
Dolaptan çıkardığım ekmekleri kızartarak tabağa aldım, birkaç parça kahvaltılığı da tabağa yerleştirdikten sonra çayımı da alarak masaya bıraktıktan sonra sandalyeme oturdum. Kahvaltımı hızla ettikten sonra aklımın dağılması için evi temizlemeye karar verdim. Kulübe küçük olduğu için işim çok uzun sürmedi. Öğle vakti yaklaştığında çoktan iş bitmişti.
Biraz dolaşmanın iyi geleceğini düşünerek ceketimi alarak evden çıktım. Klanın merkez bölgesine geldiğimde tanıdık yüzleri fark ederek yanlarına adımladım. Jennie yanında tanımadığım bir kadınla oturuyordu, biraz ilerde Taehyung'un dönüşüm geçirenlere eğitim verdiği yeri görebiliyordum. Jimin ise kollarını kafasının altına almış bir şekilde yerde çimenlerin üzerinde uzanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Daciana Verena | Rosékook
Fiksi PenggemarKimi kalpler günbatımında kuşların terk ettiği bir şehir gibidir. Benim kalbim, senin nefretin. Senin nefretin, benim sonumdu. Benim kalbim de günbatımında kimsesiz kaldı. Ayaz çöken nefesimin varlığı son buldu böylece. Rosékook Wolf au newmoonme