Bölüm 2: İntikam Savaşçısı

123 6 11
                                    

  Gözümün önüne gelen saç tutamlarımı hafifçe yüzümün kenarına doğru çektikten sonra yatakta doğruldum. Her yer kapkaranlıktı. Sanırım ki hâlâ geceydi. Ama bu nasıl olabilirdi? En son hatırladığım gece klübünde olduğumdu, daha sonrasını ise hayal meyal hatırlıyordum. Karnıma bir ağrı giriyordu. Lavaboya gidiyordum. Bir ilaç yutup, kapıyı aralıyordum ve EVET! Şimdi hatırladım. Daha sonra boyunumda sert bir acı hissedip yere yığılmıştım. En son hatırladığım ise benim göz hizamda bana doğru eğilmiş, beni inceleyen bir insan silüetiydi.

  Odamda olduğumu düşünüyordum. Ceylin ve Beril beni odama taşımış olabilirlerdi. Ama bisikletle gelmiştik ve beni bisikletle eve kadar taşımaları olanaksız duruyordu.

  Her zaman telefonumun bulunduğu, yatağımın yanındaki komidine uzanmaya çalıştığımda elim boşluğa düştü. Ne! Komidinim neredeydi? Ben neredeydim? Nasıl buraya gelmiştim? Aklımdaki soruları silmek için başımı iki yana doğru salladıktan sonra düşünmeye başladım.

  Ayaklarımı yataktan aşağı doğru uzattığımda, ayaklarımın yere değmesiyle benim çekmem bir oldu. Yerde halı dahil hiçbirşey yoktu. Yerler buz gibiydi. Ama acilen nerede olduğumu öğrenmem gerekti. Bu yüzden yeniden ayaklarımı yere bastım. Göremediğim için yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Ah! Bu şeyin de ne işi vardı burada? Nerede olduğunu bilmediğim ancak yatağın birkaç adım ötesinde olan şeye takılmamla yere yapışmam bir olmuştu.

  Ardından -sanırım ki odanın dışından gelen- adım seslerini duyduğumda olduğum yerde kıpırdamadan durdum. Sesi dinlemeye başladım. Ses daha da yakınlaşıyordu. Bir zaman sonra olduğum odanın kapısı aralandı. Odaya tam olarak göremediğim -yalnızca bir silüet olarak- görebildiğim biri girdi. Odaya giren kişi konuşmaya başladı.

  "Ooo! Uyuyan güzelimiz de sonunda uyanmış." bu ses bana tanıdık geliyordu sanki. Bir erkek sesiydi. Dur! Bu Eflah'ın sesiydi. Ama nasıl? Beni Eflah mı kaçırmıştı? İnanamıyordum.

  "Ukalâ adam sen mi kaçırdın beni!" diye bağırmaya başladığımda eliyle dudaklarımı kapattı. Anında parmaklarını koparırcasına ısırdım. Eflah bir küfür savurdu. "Ah ay parçam, neden böyle yapıyorsun?" ay parçam mı dedi bana bu ukalâ.

  "Burası neresi bay ukalâ? Beni sen mi kaçırdın da buraya getirdin? - burası her neresiyse-." Eflah yüzüne benim de taktığım lakaba uygun bir gülümseme takındı. "Burası benim imparatorluğum ay parçam." imparatorluk mu? Bu adamın kafası iyi mi?

  "Eflah! İmparatorluğun başına yıkılsın, tamam mı?" diye haykırdım. Eflah'ın yüz ifadesinde bir değişiklik olmadı. Sanki benim böyle bir tepki vereceğimi biliyordu. Ardından hemen atladım. "Eflah beni derhâl buradan götür!" Eflah, "Buradan asla bir yere gidemezsin. Çünkü artık bana... buraya.... aitsin!" Ne! Ona mı aittim, buraya mı aittim? Burası neresiydi ki de ben buraya aittim? Olamazdı. Rüya görüyor olmalıydım.

  Eflah'ın odanın bir ucundan diğer bir ucuna doğru yürüdüğünü açık kapıdan gelen loş ışıktan az da olsa görebiliyordum. Eflah, daha önce görmediğim tarzda olan perdeyi iki yana doğru aynı anda ayırdı. Gözüme gelen ışık sanki gözlerimi kör etmişti. Gözlerim yanıyordu. Gözlerimi, acısının az da olsa geçmesi için ellerimle ovuşturdum. Daha sonra gözlerimi açtım. Dışarıya baktığımda afallamıştım. Bir süre öylece dışarıyı izledim. Dışarısı daha önce görmediğim şeylerle doluydu. Gerçekten de ukalâ adamın dediği doğru olabilir miydi? Biz gerçekten bir imparatorlukta olabilir miydik? Ve bu imparatorluğun sahibi Eflah olabilir miydi? Kafamdaki bu sorular asla bitmeyecekti.

  "Eflah, dünyada olduğumuza emin misin? Tam olarak neresi burası?" sakin bir ses tonuyla bu soruyu yöneltmiştim. Çünkü henüz daha kendime gelememiştim.

Düşes KatliamıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin