509 62 45
                                    

"hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi
gözbebeklerimde duran"

İnsanız ya biz, ilgi istiyoruz. En ufak sevgisizlik bizi köreltiyor. Ya insanlığımız tükeniyor ya da insandan sayılmıyoruz. Sonu hep aynı; insanlıktan çıkıyoruz. O zaman sevgi insanı insan yapan oluyor, değil mi?

Ben hep bekledim. Hayatım beklentiler içinde geçti. Doğduğumda bir anne bekledim, yoktu. Anne dediğim kadın benim annem değildi. Beni çok severdi, bana yokluğunu hissettirmedi. Ama ilk doğduğumda işler böyle değildi. Annem babamı terk etmişti. Beni kapıya bırakıp gitmesi ile babam bir başına ne yapacağını şaşmıştı. Cerrahtı. Bazen saatlerce ameliyatlarda oluyormuş. Annem, o sıralarda bana bakıcı arayan babamın imdadına yetişmiş.

Babam bana bakmak istememiş bile. Yüzümü görmeye dayanamıyormuş, öyle demiş anneme. Ona benziyormuşum; beni terk eden kadına benziyormuşum. Genetik denen bir şey var.

Okula başladığımda çoktan birçok şeyi biliyordum. Babamın zoruyla öğrenmiştim. İlkokulda bile benim notlarımı sorgulamıştı. Okul öğretmenlerine sürekli konuşur, hal ve hareketlerinden sürekli haberdar olurdu.

Çocukken sürekli dalga geçilen bi' çocuk olmuştum. Tavşan dişlere sahip olmam insanlara batmıştı. Benimle "dişlek", "tavşan" gibi ithamlar kullanarak dalga geçerlerdi. Ağlamam ise daha çok dalga geçmelerine sebep oluyordu. Sulu göz. Bu kelimeyi ilkokuldan sonra bir daha duyacağımı hiç düşünmezdim. Ama kocam olacak heriften duymak hiç aklıma gelmezdi.

Yatakta otururken zihnime dolmuş olan bu düşünceleri silip atmak adına kafamı salladım iki yana. Bugün önemli bir gündü. Bugün yeniden doğma şansım vardı. Bugün benim esaretten çıkacağım gündü. Temelini yeni atmaya başladığım hayatımın temelini tamamlayacağım gündü.

Tam 1 aydır sürekli olarak mesajlar alıyordum ondan. Davayı iptal etmemi, gerçekten beni seveceğini, sevgilisinden, güzel bebeğinden, dünyalar güzelinden ayrılacağını falan söylüyordu. Aynen canım, yedim bende.

İçeriden gelen gülüşme seslerinden evde misafirimiz olduğunu anladım. Artık buraya "ev" diyordum çünkü Jimin birlikte yaşamamız konusunda ısrarcıydı. Bana "Sen gelince bu evi ev gibi hissettim." dediğinde neredeyse ağlayacaktım. Annem dışında bana karşı bu kadar sevecen davranan 3 kişi vardı artık yanımda.

İçeriye gitmeden önce hızlıca pijamalarımı çıkarttım. Artık omuzumda olan saçlarımı tararken düşünmeden edemedim: Taehyung'un Eunmi'nin saçlarını severken ve onları kesmek istediğinde karşı çıkarken ki halleri gelmişti aklıma. Peki ya ben kessem? Bana sadece saçlarımın ne kadar çirkin göründüğüyle ilgili konuşmuştu. Benim saçlarım sevilmeye değer değil miydi?

Düşünceler gözlerimi doldururken kafamı havaya kaldırıp gözlerimi kırpıştırırken gözpınarlarıma dolan gözyaşlarından kurtulmaya çalıştım. Kapıyı açmadan derince nefeslendim. Gözlerim dolsa dahi onlar bunu bilmek zorunda değillerdi. Kendi gözyaşlarımla kendim mücadele etmeyi öğrenmeliydim.

Odamın bulunduğu koridordan içeriye geçtiğimde gülüşme sesleri arttı. Seokjin hyungun kahkahası duyuluyordu.

"BU ADAM SANA HARBİDEN ÂŞIK!"

"Tabii, oğlum. Ben adımı kendime köle ettim çoktan. Hastayım diye bana eliyle bitki çayı hazırladı ya... BEN BUNUNLA EVLEN'CE'M GALİBA!" Neyden bahsettiklerini anlamak zor değildi. Seokjin hyungun meşhur patronu, aşırı seksi, karizmatik, hyungumun tabiriyle "Beni ez!" diye haykıran Kim Namjoon. Siz evlenin de kurtulayım!

"Bal peteğimiz de uyanmış," diye bana bakıp hep bir ağızdan "Günaydın" diye seslendiklerinde gülümsedim. "Size de günaydın."

"Ee, bugün o gün. Nasıl hissediyorsun?" diye sordu, Hoseok. Önce derince bir nefes çektim burnumdan. Hepsi merakla bana bakıyorlardı. Ağzımdan çıkacak cümleleri merak ediyordu doğal olarak.

third personHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin