Gözlerim kapalı, yüzümü semaya kaldırmış günlerce yağan yağmurun ardından tüm ihtişamıyla ortaya çıkan güneşin saçıma ve yüzüme değip yakıp kavurmasına izin veriyordum. Sarı, omuzlarıma zor değen kısa dalgalı saçlarım güneşin altında daha bir canlı duruyordu. Gölgelerin kapalılığında koyu olan saçlarım, güneşin açıklığıyla canlanmıştı.
Hafif esen rüzgara karışmış çiçek kokusu, baharın gelişini simgeliyordu. Rüzgara karışmış çiçek kokusunun tenimi yalayıp geçmesine izin verdim, güneşin saçlarıma ve yüzüme değmesine izin verdiğim gibi. Karlar erimişti kışın yavaştan bitimine gelirken çimlenen yerlerde filizlenen bitkiler, dallarında tomurcuklayan çiçeklerle baharın şenliğini getirdiği hissediliyordu.
Tüm bu sözlerimden sonra baharı çok sevdiğimi düşünüyor olmalıydınız. Evet evet, baharı severim ben, niye sevmeyeyim ki? Onun gelişiyle çiçekler geliyordu. Ben çiçekleri severdim. Her çiçeğin kendine göre güzelliği ve anlamı vardı, bu onları sevmem için yeter de artardı ama ben çiçeklerin yetiştiği bu dünyayı sevmezdim.
Niye seveyim? Çiçeği sevmem için bir neden bulmuşken Dünyayı sevmek için bir neden bulamıyordum. Yaşadığımız imtihanları mı seveyim, yoksa birbirinin arkasından kuyu kazmayı bekleyen insanları mı? Dünya sevilmek için bir neden vermiyordu elime ama teşekkür ediyorum sağladığı imkanlar çiçeklerin var olmasını sağlıyordu. Bir neden ama onu sevmem için yeterli değil. Gözlerimi açtığımda, karşımdaki görüntü hafif dudağımın kıvrılmasına neden olmuştu.
Evimizin arka tarafı tamamen çiçeklerle doluydu. Dünyanın her bir köşesinden filizlerini tahsil etmiş olduğum çiçekler arka bahçemize renk katıyordu. Renklerden bu kadar nefret eden ben, çiçeklerin renginden bir türlü vazgeçemiyordum. Kırmızı dışında tüm renkler bana kapalıydı. Bu kadar iç karartan, insanı karamsarlığa sürükleyen bir insanın siyah demesini bekliyor olmalıydınız. Hayır, siyah benim düşüncelerim için fazla masum bir renkti. Ben kırmızıyı severdim. Kan kırmızısını... Dünyanın acımasızlığını gösteriyordu.
Bahçemizde binbir çeşit çiçek türü vardı. Kasımpatı, Lale, kamelya, lilyum, menekşe, frezya, pembe glayör, nilüfer, iris, lobelya, papatya, güller... Ve daha nicesi. Bu çiçeklerin her biri bibirinden güzeldi ama içlerinden biri... Onun güzelliği ve anlamı hiçbirinde yoktu.
Diyorum ya her çiçeğin bir anlamı vardır diye, bana en yakın anlamı taşıyan kendi yansımamı gördüğüm çiçek tam olarak oydu. Juliet çiçeği... Ekimi yıllar süren, bahçemin en pahalı ve en anlamlı çiçeği oydu. İnsan kendinden parçalar bulduğu şeylere (Bu her ne olursa olsun...) bağlanırdı, onu severdi. Çiçekler benim için kıymetliydi. Güzelliğiyle insanı büyüleyen çiçekler, kışın yok olmasıyla ölümün varlığına hatırlatırdı. Onları bu kadar sevmemin bir diğer nedeni bu olmalı.
Daha fazla çiçekleri izlemek yerine cam sürgülü kapıdan içeriye girmiştim. Mutfaktan yemek kokuları yükselmişti. Akşam yemeği için hazırlık yapılıyor olmalıydı. Akşam davette olacaktık ama bu hazırlıklar ablam içindi. O hiçbir zaman kalabalık ortamlarda bulunmazdı, şu anda kemoterapide olmalıydı. Annem ve babam neredeydi bilmiyorum, sabah kalktığımda hiçbirini evde görememiştim. İşsiz güçsüz biri olarak günümün çoğunu ya evde ya da dışarı da geçirirdim. Lise terktim, kendime yediremesem de okul okumadığımdan dolayı içten içe kendimi cahil hissediyordum.