Tüm yazı işlemlerinin sonunda, biz hâlâ yavaş yavaş antrenman yaparken babası olacak soysuz çağırmıştı orman gözlü adamı. Aslında pekte orman değildi. Orman koyu kalırdı onun cam gözleri için.
Çim yeşili.
Son yarım sattir açıktı çim gözleri. Karşımda yüzüstü uzanmıştı. Yanağı yere değiyor olduğundan yalnızca bir gözünü görüyordum karanlık içinde. Elmas gibi parlıyordu ancak heyecanlandığında olan bakıştan biraz farklıydı.
Tek bir yere, karşıya kilitlenmişti. Sabahtan beri yoktu, geldiğinden beri de böyleydi. Güneş batalı çok oluyordu. Koca bir gün yoktu. Şimdi gece yarısı bu hâlde... Bildiğim tüm duaları okudum onun adına.
"İyi misin?"
Sesimle yeşil gözleri beni buldu. Gülümsedim kocaman. Tekrar ettim sorumu duymamış olma ihtimaline karşın ama hâlâ boş bakıyordu. Cevap vermiyordu.
"Canın acıyor mu? Çok acıyorsa hap al istersen." dedim ama emin değildim. Bir yandan da birine uyuşturucu içmesini önerdiğim için kendimden utanıyordum.
"Çok-" dedikten sonra çatallı sesini düzeltmek için boğazını temizledi. "Çok a- acımıyor. Bir şey olmaz."
"Neren acıyor?" diye sordum bu sefer. Cevap vermediğinde ikinci kere sormadım bunu. Duyuyordu, cevap vermemek tercihiydi.
"Rengin solmuş. Bir su iç, ya da o ilaçtan. Kötü gözüküyorsun."
Terli yüzüne saçları yapışmıştı. Anlamıyordum rengini falan. Sadece ölü gibi yattığı için korkuyordum onuna adına.
Kolunu kaldırıp eliyle geriye attı önüne düşen saçları. "Birazcık çok acıyor aslında." dedi zorlukla. "Se- sen ilaç getir. Acıyor." Taşın altını gösterdi parmağının ucuyla. "O- orada. Getir."
"Benim ellerim, ayaklarım bağlı. Getiremem ki."
"Açmam." diyip kollarına ağırlığını verdi önce. Sonra tamamen doğruldu, kalktı. Karanlıktan çıktığında önce yürüyüşü çekti dikkatimi. Bacağı hâlâ aksaktı ancak topal yürümesine tek sebep bu değildi. Sırtı kanlar içindeydi her şeyden önce. Sarı tişörtü önceden kirden siyahtı, şimdi arkası yoktu. Tamamen parçalanmıştı. Olan yerler de kandan seçilmiyordu.
Kalçasını tutarak taşa gittiğinde güç bela kaldırıp bir tane çıkardı altından. Düşünmeden ağzına atıp geri yürüdü karanlığa. Yol üstünde de durdu, "Yerini değiştirdim. Sen çalma diye yine değiştireceğim." dedi. Gitti yattı yine göğsünün üstüne.
"Yok, çalmam zaten. Ben içmiyorum... Yanıma gelmek ister misin?"
Kapalıydı gözleri. Derin nefesler alıp veriyordu. "Yok." gibi bir şey çıktı ağzından belli belirsiz. "Sen uyu.. Geleceğim."
"Gel işte." diye direttim ama tekrar "Yok." dedi. "B- ben... Bana biraz dokunma. Ben i- iyileşip geleceğim. B- biraz."
Başımı aşağı yukarı salladığımda içim hiç rahat değildi. "Sağcılık-solculuk oynamak ister misin?" derken tek amacım kafasını dağıtmasıydı.
"Yok." dedi sürekli dediği gibi. "Be- ben oyun oynamayı hiç sevmiyorum. Mutlusuz oluyorum. Hiç güzel değil."
Mutlusuz? Pekâlâ... Belki de ona biraz şans tanımalıyım kendini toplaması için.
Gözlerimi kapatıp biraz olsun zaman geçsin istedim ama kedi gibi kısık bir "Umay." 'dan sonra açtım hemen. "Biraz oynayalım ama uzaktan."
"Tamam." dedim başımı sallarken. "Zaten uzaktan oynanıyor. Ben mağaradaki eşyaları sayacağım, sende sağ tarafında mı sol tarafında mı onu söyleyeceksin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Özgür |İT2|
General FictionBurnu zedeleyen ağır koku, uzun, pis tırnaklar, yaralar ve kirden seçilmeyen bir yüz... Çim yeşili parlak gözler. Kuzey Irak'ta esir düşmüş Teğmen Umay ve kekeme bir adam. Artık küçük bir çocuğun zekasıyla eşdeğer değildi Özgür'ün aklı. Yazıyor, ok...