Konser ne kadar geç bitmiş olsa da bu sabahın köründe okula gitmem gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu yüzden ayılabilmek için yüzüme buz gibi suyu çarptım. Ne kadar işe yaradığı tartışılırdı ama en azından gözlerimi açabilmiştim. Saate bakıp hemen hazırlanmaya koyuldum. Üzerime beyaz bir gömlek üzerine kazak giymiştim. Altıma da pantalon. Tamam kabul ediyorum şıklık abidesi değildim ama zaten podyuma gitmiyordum. Saçlarımı tarayıp açık bıraktım. Yüzüme sadece renk gelsin diye azıcık allık sürdüm. Gözümü bile açamıyorken bence gayet yeterli bir hazırlanmaydı. Çantama bugünün dersleri ile ilgili kitapları koyup çıktım. Her hafta içi gününün o vazgeçilmez yolunu yürümeye başladım. Acaba Rüzgar lokantayı açmış mıydı? Dün gece beni eve o bırakmıştı. Saatin geç olması yetmezmiş gibi bir de araba kullanmıştı. İnşallah açmamıştır diye düşündüm. Bu duygu nereden gelmişti bilmiyorum ama onun evde mışıl mışıl uyuyor olması şu an istediğim tek şeydi. Tanıştığımız günden beri bana karşı hep kibar ve nazik olması sanırım bende ona karşı acıma duygusu oluşturmuştu. Allah'ım ne kadar garip bir şeydi. Lokantanın kapılarının kapalı olduğunu görünce rahatladım. Demek ki hala uyuyordu. Bu haberle beraber yoluma devam ettim. Bir süre sonra aklıma başka bir soru takıldı. Akşam yemek olarak ne söyleyecektim? Spagetti? Mantı? İçli köfte?"Spagetti olmaz. Kilo aldırıyor. Mantı da olmaz. Görkem evde değilken yapamam. İlla anlar evde o yokken mantı yendiğini. Şimdi bir de onunla uğraşamam. En iyisi içli köfte. Hatta fazla fazla söylerim buzluğa atarım."
Kendi kendime konuştuğumu bile farkında değildim. Ama arkamdan sırtıma dokunan kişi bunun farkına varmamı sağladı.
"Gül?"
Yatağında uyuduğunu sandığım beyfendi genelde labratuar derslerimin olduğu araştırma hastanesinin önünde, kucağında küçük bir kız çocuğuyla duruyordu.
"A Rüzar ne yapıyorsun burada? Daha doğrusu ne yapıyorsunuz? Kim bu tatlı prenses."
Bir yandan da kızın tatlış yüzüne gülümsüyordum.
"Sana daha önce manevi kardeşlerimden bahsetmiştim. En küçükleri Zeliha. Zelihacığım ablaya merhaba desene."
"Merhaba."
Daha sonra Rüzgar'a dönerek.
"Rüzgar abi bu abla kim? Sevgilin mi?"
Dedi. İkimiz de gülmeye başladık. Çocukların bu dürüstlüğüne bayılıyordum.
"Hayır Zelihacığım. Bu abla benim arkadışım. Adı Gül."
"Ya. Senin bu kadar güzel arkadaşın olur muydu? Pelin'i hatırlasana ne kadar çir-"
"Tatlım ne oldu? Senin gene ateşin mi çıktı bakayım?"
Diyerek kızı apar topar susturdu. Bu sahneyi gülerek izlerken aklıma şu anda hastanenin önünde olduğumuz geldi.
"Rüzgar. Her şey yolunda mı bu arada?"
"Neden sordun?"
"Şu anda bir hastanenin önünde olduğumuz için olabilir mi akıllım?"
Diye hemen lafa atladı Zeliha. Ben bu kıza bayılmıştım.
"Aynen öyle. Şu anda bizim araştırma hastanesinin önündeyiz. Ne oldu? Biri mi hasta?"
"Dün akşam bu haylaz fenalaşmış. Sen bakma şu anda fişek gibi ama bu fenalaşmış hali normal halini sen düşün."
Birbirlerine dil çıkardılar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr gülü
RomantizmSorumluluk... Bu kulağa ne kadar basit bir kelime gibi geliyor değil mi? Ama bu on harflik, basit kelime bazı kişilerin ömürlerini tüketebiliyor. Mesela yıllarca bıkmadan usanmadan çocuklarının sorumluluğunu yüklenen anneler, çalışanlarından sorumlu...