1. Gün

245 47 160
                                    

Tamu'ya geçmek için aşması gereken eşiği oluşturan alevlerin sönmüş olduğunu, içinden geçemeyeceği kadar soluklaşan eşiği görünce anladı. Ayakları kıçına vura vura son sürat koşarken kendisini bu yarı soluk eşiğin ötesine bırakırsa ne olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Ancak yapabileceği başka bir şey de yoktu. Zira arkasından onu kovalayanlar, birçok insanın cehennem olarak bildiği ama gerçek adı Tamu olan bu kara diyarın en azılı ruhlarındandı.

Serâvazlar, bizzat tanrı Erlik'e rapor veren ve ondan emir alan yaratıklar olduğu için büyü güçleri de hayli yüksekti. Şimdi elinde sadece demirden kılıcı kalmışken ve içinden geçebileceği bir eşik yokken onlarla gerçekten savaşabilir mi emin değildi. Şansını iki şekilde deneyebilirdi. Ya demir kılıcın kadim efsununa güvenerek göğüs göğse savaşacak ya da buğulu bir eşikten geçip bilinmeze doğru adım atacaktı. Her saniye zamanı biraz daha azalır, eşikle arasındaki mesafe bir adım daha kapanırken kafasındaki tilkilerin oluşturduğu kakofoni yüzünden isyankâr bir çığlık attı.

Serâvazların kafalarının gövdesinde olmaması bir avantajdı ancak cehennem vadilerinde elinde hiçbir büyülü malzeme ya da büyü torbası yokken savaşmak kelimenin tam anlamıyla intihara eşdeğerdi. Bir de fiziksel bedeniyle cehenneme girmişken ruhunu burada teslim ederse Erlik Han'ın iradesiz bir müridi olmak zorunda kalacağı gerçeği vardı. Tüm bunlar kafasında dönüp dururken puslu eşik ile arasında yalnızca bir adım kaldığını gördü. Bu anda kendini geri atmak istemiş ancak beceremeyerek eşiğin diğer tarafına gerçek anlamda düşüvermişti.

Düşüşü kısa sürmedi. Eşikardına geçerken süren bir anlık yolculuğun aksine senelerce sürmüş gibi hissetti. Belki de bu sadece bir yanılsamaydı ama tekrar ve bilinçli bir şekilde düşmediği sürece bunu anlamanın bir yolu yoktu. Herkesin yapacağı gibi ilk olarak bedenini kontrol etme güdüsü duydu. Dokunduğu yerlerde kan ıslaklığı, kemik kırığı ya da benzeri bir terslik hissedemeyince kısa bir iç geçirdi. Ancak bu rahatlama da tek bir an sürecekti. Zira puslu eşiğin ardına tek düşen kendisi değildi.

Şimdi birkaç on adım berisinde, kendisini cehennem boyunca kovalayan serâvazlardan biri, kafası olmadığı halde sersemce yalpalıyordu. Bu ruhların en göze çarpan özelliklerinden biri de kafası gövdesinde olmasa bile savaşına ya da görevine devam edebiliyor olmasıydı ancak şu anda hiç de öyle görünmüyordu.

Üstüne başına yapışan tozları silkeleyip çevresine baktı. Cehennemde olmadığı kesindi ancak Eşikardı'nda olup olmadığından da emin değildi. Burası kesinlikle dünyaya da benzemiyordu. Bunu yeşil bulutlardan ve gökyüzünde koca bir tepsi gibi görünen pembemsi bir ışık saçan gezegen (ya da uydudan) söyleyebilirdi.

Artık bazı kamların evrendeki diyarları rahatça dolaşabildiğini biliyorduysa da ne kendisi ne yakın çevresindeki başka biri henüz bu gök pusatlıların olayını deneyimleyebilmiş değildi.

"Siktir!" diye haykırmaktan kendini alamadı. Birkaç dakikadır içinde bulunduğu durumu ancak idrak edebiliyor gibiydi.

Evrenin başka bir diyarına adım attığını anladığında sadece bir anda kafasından binlerce farklı senaryo geçivermişti. Şu Belenbaz denen çocuk, yanına bölgün ruhlu bir adamı da alıp gök pusatlar kuşanmış halde evreni dolaşmaya başladığından beri dünya yepyeni bir çağa girmiş gibiydi. Şimdi Eflâtun kendisini bu yeni dünyanın, daha doğrusu evrenin içinde bulunca ne yapacağını bilemedi.

"Serâvaz," diye söylendi sonra kendi kendine. Şimdiki ilk önceliği onu öldürmek olmalıydı. Çaresizce kınından kılıcını çekti. Gerçi yaratık da en az kendisi kadar şaşkın görünüyordu. Sarhoşlar gibi savrulup duran kafasız ruha doğru sinsice yaklaştı.

EFLÂTUN - BİR ŞAMAN ÖYKÜSÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin