Ne ölçüde dinsel yaşamın (hem gözde mikroskobik kendini denetleme işi, hem de şu yumuşak tevekkül, kendisine "dua" diyen, Tanrının "geliş"ine sürekli hazır olma-) gerçekten dışa yönelmiş aylaklığın ya da yarı aylaklığın, temiz vicdanlı ayaklığı demek istiyorum, çalışma kirletir yani ruhu ve gövdeyi kabalaştırır diyen aristokratik düşünceye, hiç de yabancı olmayan atalarından, kan yoluyla miras aldığı aylaklığı gerektirdiğine hiç dikkat etti mi insan? Ve sonuç olarak, modern gürültücü, zaman yiyici, kibirli, boş kibirli çalışma düşkünlüğü, "inançlığı" her şeyden daha çok yetiştirip hazırlıyor olmasın? Onların arasında, örneğin, şimdi Almanya'da dinden belli bir uzaklıkta yaşayanların arasında, "özgür düşünceleri" çok çeşitli biçimlerde ve kökenlerde insanlar buluyorum, ama, her şeyden önce, çoğunluğunda, iş düşkünlüğü, kuşaktan kuşağa dinsel düşkünlüğü, kuşaktan kuşağa dinsel güdülerini sürdürdü: Böylece, artık onlar dinin ne işe yaradığını bilmiyorlar bile, yalnızca bir çeşit cansız şaşkınlıkla, dünyada bulunuşlarını köyde geçiriyorlar. Kendilerini şimdiden pek çok meşgul hissediyorlar, bu uslu insanlar, "anavatan"ları, gazeteleri, "aile görevleri" bir yana, işleriyle olsun, zevkleriyle olsun pek dolular: Öyle görülüyor ki, dine ayıracak zamanları kalmıyor; özellikle dinin yeni bir iş ya da zevkle ilgili olup olmadığı konusunda kafaları açık değil - çünkü, diyorlar, kendi kendilerine, insanın alt kiliseye iyi huyunu bozmak için gitmesi olanaksızdır. Dinsel göreneklere karşı değiller; örneğin devlet tarafından belli durumlarda, bu göreneklere katılmaları istendiğinde, başka birçok şeyi yapar gibi, kendilerinden isteneni yapıyorlar, sabırla ve alçakgönüllü, fazlaca merak etmeden ve rahatsız olmadan: - böyle şeylerin yanında ya da karşısında olmak gereksinimi duymak için çok uzaktan ve dışarıdan yaşıyorlar yalnızca dini. Alman orta sınıf Protestanlarının büyük çoğunluğu, bugün bu kayıtsız insanlar arasında sayılabilir; özellikle iş düşkünü büyük ticaret ve ulaşım merkezlerinde; ayrıca iş düşkünü entelektüel ve üniversite takımının büyük çoğunluğu da öyle (bir psikologun başına varlıkları ve olanakları ile gittikçe çetin muammalar çıkaran ilahiyatçılar bir yana). İyiyi istemenin, istekliliğin bile denebilir, din problemini ciddiye almada, Alman akademisyeni için ne denli gerekli olduğunu, dindar hatta yalnızca kiliseye giden insanlar pek seyrek anlıyorlar. Tüm hünerleriyle (ve, önceden de söylendi, modern vicdanın onu yükümlü kıldığı hünerli el işçisi çalışkanlığıyla) daha yüksek olana eğilim duyuyor; dine karşı hemen hemen neşeli bir şefkate, arada bir kilisenin tuttuğu tarafa dayanan ruhun 'kirliliğine" yönelmiş, hafif bir nefretle karışık olarak. entelektüel ancak tarihle (kendi kişisel yaşantısıyla değil), dine karşı saygılı bir ciddiyeti ve belli bir ürkek dikkati elde etmeyi başarır; ama duygularını ona şükran duyacak kadar yoğunlaştırsa da, kişiliğini kilise ya da sofuluk olarak var olan şeye tek adım bile yaklaştıramaz, belki de tam tersi, içinde doğup yetiştiği dinsel konulara karşı pratik kayıtsızlık, genellikle ondaki temkinliliği ve saflığı yüceltir, dinsel konulara ve insanlara dokunmaktan ürker; hoşgörünün kendisinin getirdiği ince tehlikelerden sakınmayı buyuran insanlığın ve hoşgörünün derinliği olabilir işte bu. Her çağın icadına diğer çağların gıpta ettiği, kendine özgür bir çeşit tanrısal safdilliği vardır:- ve nasıl da çok, safdillik, saygı değerlilik, çocuksuluk, sınırsızca budala safdillik var, entelektüelin kendi üstünlüğüne inanışında, hoş görüşünün saf vicdanına, dindarlara aşağı ve alçak insan türüymüş gibi davranan güdülerinin basit, şaşmaz haşinliğine. Kendisinin de aralarında büyüyüp onların ötesine, yukarı gittiğine- o, küçük, küstah, cüce, aşağılık adam, tez elden iş bitirici kafa ve "düşüncelerin el işçisi, "modern düşüncelerin!