20.Bölüm

1.2K 91 50
                                    

"Daha fazla ne kadar zorlaşabilir ki, söylesene daha fazlası ne olabilir? Diyerek eli ile kendini işaret etti. Yirmi beş yıllık yüzü, gençliğinin kıpırtılarını taşımak bir yana, en küçük bir yaşam belirtisine dahi yer vermiyordu. Epeyce kilo vermişti. Alnındaki çizgiler iyice belirginleşmiş ve göz çukurları derinleşmeye başlamıştı. Zümrüt yeşili gözlerindeki parıltılar yerini terk etmiş, bakışlarına ise ölü bir ruhun yansıması sinmişti. "Hayatın benden alacağı hiçbir şey kalmadı..." Dedi genç adam, tenine binlerce iğne batırılıyormuşcasına acılı ve boğazına yük edilen koca bir yumru değil de sanki hayatın kendisiymiş gibi kısık bir ses tonuyla. "Ödenilecek ne kadar bedel varsa ödedim ve şimdi hakkım olanı istiyorum." Diyerek eli ile içeriyi işaret etti. "Ailemi..." Yıllardır duygusuzluğun kıyılarına vuran bu adamın, küçük bir çocuktan farkı kalmamıştı şimdi. Hüznün gölge düşürdüğü gözleri ıslak ve dağınık saçları hiç olmadığı kadar cansızdı bugün. "Bunu bana çok görme." Dedi yalvarırcasına.

"Çok yoruldum. Kendimle bile başa çıkamıyorum artık. Huzur elini eteğini çekmiş gibi üzerimden. Acı dahi çekemiyorum gittiğim günden beri. Beni içten içe yakıp kavuran bir yangınım var. Yaram desen, kanıyor içimin varlığını bile unuttuğum bir yerlerinde. Böyle bir el alıyor kalbimi avucunun içine, parçalara ayıracak sanıyorum o acımasızca sıkarken. Evimin sessizliği dayanılmaz bir hâl alıyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor. Ölmeye bile mecal bulamıyorum yaşamaktan delicesine korkarken. Ne gün doğuyor o gittiğinden beri, ne de gece gardını indirip uykuya meydan veriyor. Tek kişilik soframa iki kişilik oturup, çayıma tek şeker atıyorum tıpkı sevdiği gibi. Yatağın sol tarafını ona bırakıyorum. Menekşelerle dolduruyorum penceremin kenarını, odam o koksun diye. Sonra tek tek soluşunu izliyorum, bende onlar gibi sararıp solarken. Koca bir dünyada yalnızmış gibi hissediyorum. Sanki her an kaybolacakmış gibi... Çok boktan bir adam oldum ben anlayacağın. Ne sağ ayağımın sol ayağıma güveni kaldı ne de bugünün yarınıma. Dipsiz bir uçuruma sürükleniyorum sanki ve ne zaman 'düştüm' desem, gözleri tutuyor düşlerimden. Düşemiyorum... Gittiğim günden beri takvimler hesap soruyor ve ben onların bile hesabını tutamazken, hesap soruyorum sevdiğim kadına, yüzlerce 'neden'i dilimin ucuna dizip ve hesaba çektiğim her hayalin, hesapsız acılarıyla bir başıma kalıyorum."

Kesik nefeslerini ciğerlerine doldurup, sözlerini kesen hıçkırıkların dinmesini bekledi bir süre ve içindeki zehri akıtmak istercesine devam etti genç adam, uzandığı yatakta onu dinleyen kadının ruhunu azat ettiğini bilmeden.

"Ruhumun nasıl bir esarete boyun büktüğünü bilmiyorsun. Sen onsuzluğun ne menen bir şey olduğunu bilmiyorsun. Varlığına tutunamadan yok olmayı bile beceremiyorken, yaşamak için ona duyduğum ihtiyacı hor görme. Mutsuz olmamak için hiç mücadele etmedim bunca zaman ama mutluluğu hak etmek için çekilecek ne kadar acı varsa göğüs gerdim. Ve şimdi alamayacaksam eğer ömre kefaret olan o kadını, oğlumu sineme sarıp saklayamayacaksam ve doya doya çekemeyeceksem kokusunu içime, içimi yerinden söküp, o sevdiğim kahvelerinde kaybolurken can vermeliyim. En azından bu kadarını hak ediyorum. Değil mi?"

Genç kız ise karşısındaki adamın sözleri ile epeyce hırpalanmış, ne diyeceğini, ne düşüneceğini bile bilemez bir hâle gelmişti. Başı ile içeriyi işaret etti, gözlerinin tutulduğu sağanak yağmurun şiddetlenmesine aldırmadan. Ve ''Gir.'' Dedi. Onun bildiği; Umursamaz bir adamın, aşkından kendine doğru olan kaçışıydı. Bu kadarını anlayabilmişti, olanları uzaktan uzağa izlerken. Ama işin iç yüzü farklıydı. Tek acı çeken kuzeni olmadığı gibi, bu adamın çektiği acı kuzeninin kini bile geride bırakmıştı. ''Gir!'' Diye tekrar etti, attığı ilk adımda yalpalayarak kapının pervazına sarılan adama. Onun içeriye girmek için verdiği mücadeleyi izlerken, kendini bildi bileli varlığını inkar ettiği aşka dair yeni bir umut uyanıyordu içinde.

Daha fazlasını kaldıramayacağını hissettiği anda arkasına dönüp gitmek için bir hamle yapmıştı ki, sert bir kütleye çarparak hiddetle başını kaldırdı. İrileşmiş gözleri, karşısındaki adamın ıssız bir ormanı andıran zümrüt yeşili gözlerini bulurken, "Sen..." Diye fısıldadı. "Sen, osun."

Cem ise damarlarından tüm kanın çekildiğini hissederken, kendini içine sürüklenirken bulduğu o koyu kahve girdabın cazibesine daha fazla karşı koyamayarak onun boyunduruğu altına girmeye başlamıştı. Attığı adımın dahi farkında olmadan yürümekti bu... Tutunmadan ve düşmekten korkmayarak, düşmek pahasına. Aralarındaki mesafe, atılan her adımda biraz daha uzuyor gibiydi. Odada kırık kalplerinin gümbürtüsü yankılanıyor ve hiçbir ses, bu sessizliğe balta vurmaya cesaret edemiyordu. Sonunda, dilinin kıvrımlarındaki buruk tadı kelimelerin ardına sürerek, "Geldim..." Dedi. Hasret yüklü bakışlar olağanca ağırlığı ile yüzünde gezinirken, kalbinin tüm kırıkları tenine batırılıyormuşçasına bir acı hissediyordu. Acısının gözlerinin önüne gerdiği flu perdeyi yerle bir ederek, "Ben geldim kadınım," Diye fısıldadı. "Aşkın yeşerdiği bir bahçeden baharı getirdim sana. Ve çocuksu bir sevinç en buruk yanımdan... Özlemi gönlüme yük ettim sana gelirken... Kadınım, ben geldim..."

Karşısındaki adama baktı Buse, sevdiği adamdan bir şeyler bulma umuduyla. Tınısında eşsiz bir huzur saklayan sesinin derinliğinde ve yeşilin en özel tonunu taşıyan o güzel gözlerinde kaybolmak istedi. Kırgındı, yorgundu, yaralıydı ama inkar edemeyeceği bir gerçekte vardı ki, deliler gibi özlemişti. " Bilirsin, can yorgunu olurum şimdilerde." Diye mırıldandı gözleri ile sevdiği adamın aşina olduğu dizelerinin, dudaklarından dökülüşünü takip ederken. "Gözlerini arar dururum köşe bucak. İkliminde kaybolmayı umut eder bir yanım." Dedi genç adam, içine doğru akan ılık kahveleri bakışları ile okşayarak. "Ve soluğuna karışıp solunda iz olmak isteyerek... Kadınım, ben geldim..."

Kelimeler yerini sessizliğe bıraktığında, duygularını gizlemek adına hiçbir mücadele etmedi etmedi genç kadın ve açık bir kitap gibi sunarken kendini bakışları ile, "Neden?" Diye sordu sadece. Neden geldiğinden çok, neden bunca zaman gelmediğini merak ediyordu ve bu merak, yıllardır kendini yiyip bitirmesine sebep olan yegane şeydi.

Gülümsedi hafifçe ve "Sana gelemeyecek kadar uzaktım kendimden." Dedi genç adam, uzanırken yüzüne titreyen parmakları ile. "Sendeydim. Sana ulaşamayacak kadar içinde..." Sevdiği kadının yatağına eğilip, dudaklarını göğsünün sol tarafına hafifçe bastırırken, "Acıyor mu çok?" Diye fısıldadı.

'Artık acımıyor be adam. Sen burdasın ya, yanımdasın ya, öpüyorsun ya böyle kanattığın yerden... Artık acımıyor.' Demek istese de sustu kadın ve hafifçe salladı başını iki yanına doğru.

Dolu gözlerini yumarak bir damla yaşın yanaklarından aşağıya süzülmesine izin verdi. Burnuna dolan o erkeksi kokuyu içine çekerken yüzünde gezinen parmakların, ıslaklığına ortak oluşunu duyumsadı. Hafifçe içini çekti ve yumduğu gözlerini aralarken, "Sevdiği için yaralayan adamlar, kanatmak için sarardı değil mi?" Diye fısıldadı. "Öyle ise kanatamayacak kadar tükettiğini bil! Sarılamayacak kadar derine indiğini ve o derinlerde defalarca kez boğduğumu seni."

"Bu muydu, yaşarken ölüşlerime sebep olan?" Dedi adam, kadının kirpiklerinin hemen üzerine bir buse kondururken. "Sana düşeceğimi bilseydim mücadele etmezdim ayakta kalmak için."

"Yine yapıyorsun aynı şeyi. Namluya sürüp sözlerini, kalbimi vuruyorsun orta yerinden. Eskiden de böyle yapardın değil mi adam? Hep kandırırdın beni... Ya şiir gibi konuşur yada şiirlerle avuturdun, örterdi aşık yanımın küçük çatlaklarını mısraların." Diye cevap verdi, cevabın ardına yeni bir soru ekleyerek, "Peki," Dedi. "Ya, yarığı kendinden büyük bir ruha yazacak şiirin var mı?"

Ölürsem Sevemem Seni (ASKIDA)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin