Çocukluğumdan beri sanatın anladığım tek dalı fotoğraftı. Benim için fotoğraflar anı ölümsüzleştirmenin ötesinde zamanı durdurabilmekti.
Çantamda rahatça taşıyabileceğim minik profesyonel bir makinem vardı ve adını Steve koymuştum. Steve McCurry'den etkilenen biri olarak.
Minik dediğime de bakmayın, çok da küçük sayılmazdı. Ama çantama rahat atabildiğim, dijital fotoğraf makinelerinin boyutunda, küçük bir lense sahip... İstediğim an değiştirebildiğim bir lense...
Steve'i çantamın içinde bulunca derin bir nefes alırken, inanılmaz mutluydum. Üç Silahşörler varsın sanatın içinde kaybolsunlar, ben d'Artagnan pencereden dışarıdaki insanların fotoğraflarını, kimisinin portresini çekiyordum. Harika kareler yakalamıştım. Belki ileride o çok istediğim sergiyi açabilirdim.Pencerenin yanına oturduğumuz için de mutlu oldum. En azından zamanımı sıkılmak yerine keyif alabileceğim birşeyle uğraşarak geçirebilmiştim.
Güneş tüm asaletiyle yavaştan çekilmeye başlamıştı.
"Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa güzel kareler yakaladın." dedi Öykü her zamanki sevecen haliyle.
"Evet, muhteşem kareler hem de." dedim, ağzım kulaklarımdaydı.
"Kalkalım mı artık?" dedi Kerem.
"Olur, tam saati zaten." dedi Öykü.
Bunlar ne iş çeviriyordu? Artık ne olduğunu sormaktan ve cevap alamamaktan bıktığım için sesimi çıkarmadan peşlerine takıldım.
***
Ve evet, işte o an!
Güneşin batarken Cam Piramid'e muazzam yansıması...
Yabancı filmlerde bu tarz durumlarda verilen tepkiler de olduğu gibi "Aman Tanrım!"
Kocamın neden Eyfel Kulesi'nden önce beni buraya getirdiğini daha iyi anladım. Bir mimarın kızı olarak her zaman yapıların muazzamlığı karşısında kendimi kaybederdim. Işığın açısı ise beni büyüsüne hapsederdi. Bu anı ölümsüzleştirmeliydim ve hemen Steve'e sarılıp, inanılmaz fotoğraflar çektim.
Canım kocacığım meğerse çok önceden, beni nasıl mutlu edeceği, beni hangi sıralarla büyüleyeceği ile ilgili bütün gezi planımızı yapıp arkadaşlarıyla konuşmuş. Çok daha sonra o gün bana duyduğu öfkelerin sebeplerinin, temizlikle planını bozmam olduğunu öğrenecektim.
Ben kendimden geçmiş bir halde çılgınlar gibi etrafı çekerken, Aylin'in de elindeki makineyle beni çektiğini fark ettim. O an karşılıklı birbirimizi çekiyorduk aslında.
O makine nereden çıkmıştı sahi? Sanırım o bavul büyüklüğündeki çantadan.
Cam Piramid'den aşağıya bakınca resepsiyonu görebiliyordunuz. İnanılmaz bir kalabalık vardı. Bu yüzden o muhteşem camdan içeri girmemiz biraz uzun sürmüştü.
Upuzun tavanlar, heykeller, resimler herşey muhteşemdi. Böylesine bir şey beklemiyordum.
Tavanlarda dahi resimler ve inanılmaz oymalar vardı. Tüm duvarları çevreleyen resimleri teker teker inceledik. Benim sanat düşkünleri, her resimle ilgili ağzımı beş karışık açacak yorumlar yaptılar. Daha sonra Louvre Müzesi'nin en değerli parçalarından biri olan, kurşun geçirmez camın içinde yer alan, tek bir duvarda asılı olan tek tabloya geldik! Hayatım boyunca aslını göreceğimi hiç düşünmediğim tabloya; Mona Lisa tablosuna!
Sanatın "s"sini bilmeyen ben, o kalabalığı aşıp en öne gittim ve hayranlıkla baktım Mona Lisa'ya. Bu kadar muazzam olamazdı. Bu kadar güzel, bu kadar gizemli, böylesine bir gülüş... Sanki birşeyler anlatmak ister gibi... Sanki yapıldığı o yılları anlatmak ister gibi... Sanki bana değerli bir sırrını vermek istermiş gibi...
Arkamdan biri bana sarıldı. Kokusundan Kerem olduğunu anlamıştım. Kulağıma,
"Büyüleneceğini tahmin etmiştim sevgilim." dedi.
Cevap veremedim. Nefesim hayranlığım karşısında kesilmiş, o büyüye karşı koyamıyor ve gökyüzünün maviliklerine doğru yükseliyordum sanki.
Mona Lisa'dan ayrılmak istemesem de sonsuza dek onu izleyebilecek potansiyelde kendimi bulsam da diğer sanat eserlerini de gezmek ve görmek istiyordum.
Müzenin heykellerinin olduğu bölümlere doğru ilerledik. Beni üçe katlayacak büyüklükteki heykeller tüm asaletleriyle kendilerini sergiliyordu. Bazılarının kolları bazılarının başı yoktu. Ama yine de inanılmazdılar.
Richelieu, Sully ve Denon adındaki üç kanadı birkaç saatte bitirmek imkansızdı. Günlerce gezilebilecek büyüklük ve ihtişamdaydı Louvre. Renk kodlarıyla gösteriliyordu her yer. Tarihi ortaçağa kadar dayanan, bir zamanlar saray olan, tarihin her sahnesinde görev almış Louvre...
Sanki kendisini anlatmak, gördüğü tüm gerçeklikleri, tarihin tüm sayfalarını bizlerle paylaşmak ister gibiydi.
1793 yılının devrimcileri olmasa halk bu sanat koleksiyonunu kaç yüzyıl sonra görebilirdi acaba?
Fransız, Yunan, İtalyan, Mısırlı, Flemenk, İslam aklınıza gelebilecek her türlü sanat eseri vardı. Boşuna dünyanın en büyük müzelerinden birisi demiyorlardı.
O koskocaman bahçesinde yer alan heykeller karşısında ruhumu çoktan gökyüzünde bırakmıştım.
Gelme konusunda ne kadar isteksizsem Louvre'dan gitmek konusunda da bir o kadar isteksizdim. Kapanışa kadar gezdik ama 3 kanat ve 7 bölüm zor biterdi. Daha sonra buraya tekrardan geleceğime dair kendime söz verdim.
Saat 22:07'di Louvre'un kapısından çıktığımızda. Her yer ışıl ışıldı. Akşam çok daha ayrı bir güzelliği vardı.
Öldüğümü ve cennete düştüğümü düşünmeye başlamıştım artık. Sarhoş gibiydim. Çılgınlar gibi kollarımı açıp gökyüzüne baktım. Bir filmde duyduğum ve hoşuma giden sözü söyledim; "thank you more please..."
Şükrettiğim o anlarda bunların bir rüya olmamasını, uyanmamayı da diledim.
Babamın yıllarca batı mimarisine olan tepkilerini düşündüm o dakika. Hiçbir zaman Avrupa'yı gezmemiştik. Her zaman doğu, ortadoğu ve uzak doğunun belli bölgelerine seyahatlerimiz olmuştu. Çünkü koca bir şehrin ortasında yer alan teneke yığınının ya da tarihi yapıyı bozan Cam Piramidlerin berbatlığından ve görülmemesi gerektiğinden yana düşüncelere sahipti. Batı teknoloji kafalarının şehirleri plazalarla kapladığından ve daha birçok şeyden yakınırdı. Fransa'da yaşadığım onca yıldan sonra aslında tam bir Fransız kafasında olduğunu da fark etmiştim.
Dar kafalıydı ve ben 18 yaşıma geldiğimde kendi başıma geleceğimi ve dilediğim gibi gezeceğimi söylüyordum içimden. Ancak 18 yaşına geldiğim de o evi ve tüm parayı ardımda bırakıp, herşeyi hiçe sayıp hayallerimin peşinden gitmeyi seçmiştim. Bu nedenle de 7 koca yıldan sonra hayalim bambaşka şekillerde gerçek olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
mor şemsiye
Adventure"Bana bir zamanlar hayallerinin peşinden git diyen... Hayat silgi kullanmadan resim çizmeye benzer diyen... Ve... Unutmayacağım diyen ama fazlasıyla unutan adama... " Aşkın, batının ve ortadoğunun çelişkilerini, büyük hayalleri ve en önemlisi kad...