Kabil, Afganistan 2014
Milyonlarca parçaya ayrılmış kalbim ile 2014 yılı yazında savaşın ortasındaydım. Bitmiş gibi görünen ama bitmeyen bir savaşın ortasında...
Bizim Kabil'e gitmemizin hemen ardından havaalanına yapılan peş peşe saldırılardan sonra tüm uçuşlar iptal edilmişti. Bu da bizim tam zamanında gittiğimizin bir göstergesiydi. Birkaç gün daha gecikmiş olsak, gitmek imkansızdı.
Temmuz ayının kuru sıcağında, berbat otel odasında patlayan bombalarla her gece sıçrayarak uyanıyordum. Buna alışmak mümkün değildi. Buna alışılamazdı. Buna bir insan ne alışmalı ne de böyle bir şeyle yaşamalıydı.
Yıllar önce network ağlarından birinde Takis Green adında Yunan bir adamla tanışmıştım. Uzun zaman yazıştığım bu adam, Dubai'de yaşayan ama aynı zamanda Irak'ta da iş yapan, Türkiye'ye makine fuarlarına geldiği için zamanla Türkçe'yi de öğrenmiş bir adamdı. Facebook'tan daha sonra beni eklemesi ile profilinde yer alan tek fotoğraftan yüzünü biliyordum. Sarışın, top sakallı ve kel...
Sonradan yazışmalarımız kesilince ben onun ajan olduğu konusunda değişik fikirler geliştirmiştim kendi içimde. Türkiye siyaseti ile ilgili sorduğu bazı sorularda benim kuşkularımı destekler nitelikteydi.
Bana, fotoğraflarım ve konuşmalarımızdan çıkardığı sonuçla "Kelebek" diyordu. Kelebeğim değil, sadece Kelebek! Çünkü kırılgan ve narin ama bir o kadar cesur bir yapım varmış.
Değişik bir adamdı. Bir gün bana Kabil'e ve savaş bölgelerine gitme fikrimle ilgili şöyle demişti bozuk Türkçesiyle,
"Ah kelebek! Emin ol filmlerde gördüklerin gibi değil hiçbir şey! Bir gün beni Somali'de bıçakladıklarında yaşadıklarımı bilmek istemezsin. Bu fikrinden vazgeç bence!"
Bu sözlerini düşününce ajan olduğunu düşünmemek mümkün değildi elbette!
Kabil'de patlayan bombaların ardından tam olarak aklıma gelen de Takis'in sözleri oldu.
Bizi havaalanında karşılayan ve tüm yolculuğumuzda bize eşlik eden rehberimiz Hüseyin olmasa biz iki şaşkın bir bombada çoktan patlayıp can vermiş olurduk.
Hüseyin hem rehberimiz, hem tercümanımız, hem yardımcımız, kısacası her şeyimizdi. Böylesine bir vahşetin için de doğup büyümüş olmasına rağmen dürüstlüğü, içtenliği hiç kaybolmamış olan Hüseyin, henüz otuzlu yaşlarının başındaydı. Esmer, uzun boyluydu. Evliliği hiç düşünmediğini söylemişti bana bir keresinde. Çünkü ülkesini terk etmek istemiyordu ve bu ülke de sevdiklerin varken yaşayamazsın diyordu. Haksız da sayılmazdı.
Kabilli kadınlar, erkeklerle konuşmadıkları için onlarla iletişim kurmam da bana yardımcı olması için bir kadın tercüman bulmamız gerekmişti. Soraya, Türkçe haliyle Süreyya!
Süreyya, Hüseyin'in amca kızıydı ve İngilizce'yi de Hüseyin'den öğrenmişti. Hüseyin'e zıt, Afgan topraklarına zıt sapsarı saçları ve ela gözleri vardı. Yanık teninden yaşı olduğundan daha büyük gösterse de henüz yirmisindeydi.
Süreyya'nın teni yanıktı evet! Kabil'de eskiden olduğu gibi kadınlar burka giymek zorunda değildi ama saçını kapatmak zorundaydı.
Süreyya toplayabildiği kadar kadını evinde ağırladı. Her yaştan kadın vardı ve bu inanılmazdı.
Kavurucu sıcakta serinleyebilmek için inanılmaz büyük olan avluda oturduk.
Evde olduğumuz için bana zorla eşarp taktıran Afgan hükümetine karşı, evde eşarp yoktu başımda ve siyah saçlarım, büyük kahverengi gözlerim ile beni önce İranlı sandılar. Uzun uzun incelediler beni. Ben de onları tabii. Karşılıklı gülümseyerek anlaşıyorduk, Süreyya'nın çevirileri dışında.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
mor şemsiye
Aventura"Bana bir zamanlar hayallerinin peşinden git diyen... Hayat silgi kullanmadan resim çizmeye benzer diyen... Ve... Unutmayacağım diyen ama fazlasıyla unutan adama... " Aşkın, batının ve ortadoğunun çelişkilerini, büyük hayalleri ve en önemlisi kad...