Pont des Arts'ı baştan sona gezdik, oradan Concorde Meydanı'na ve daha sonra da Eyfel Kulesi'ne gittik.
Evet doğru okudunuz, Eyfel Kulesi'ne sonunda gittik. Sevgili kocacığım Eyfel'i de Louvre'da olduğu gibi gün batımında görmem gerektiğini düşünmüş. Özellik de en tepesine çıktığımızda.
Bu adamın gün batımlarına karşı bir zaafı var!
Benim adıma karar veriyormuş hissine kapılıyorum bazen, çünkü bana fikrimi sormuyor ve bu durum beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Evet şehri onun gözlerinden görüyor olmak elbette ki çok güzeldi ama sonuçta biraz olsun fikrimi almış olsa, iyi olmaz mıydı...
Benim için Eyfel Kulesi'nin ilgi çekici tarafı, görselliği, manzarası gibi özelliklerinin çok daha ötesindeydi aslında...
1887 yılında inşası başlamış. 26 ay boyunca 3.000 işçi ile sürmüş ve 18.038 adet demir parçası 2,5 milyon perçinle bir araya getirilirken, hiç ölüm olmamış. O dönemin koşullarında böyle bir durum muhteşem kelimesini çok geriler de bırakıyor. Bu yüzden o kule benim için çok değerli.
İstanbul'da avukat olduğum o 3 yıl iş kazası davalarına da elimden geldiğince bakıyor, bazen danışmanlık yapıyor ve hiçbir ücret almıyordum. Aslında ücretsiz baktığım pek çok dava vardı. Avukat olmak isteme sebebim de buydu zaten. İnsanlara yardım edebilmek.
Güvenliğin olmadığı sektörler... Meydana gelen binlerce kaza... Her şey o televizyonlarda izlenenlerden ya da gazetelerde okunanlardan çok daha fazla, çok daha farklı...
Eyfel Kulesi'ne bakarken tüm o aileleri düşündüm. Olduğum yer de hüzünle, ardımda bıraktığım insanları düşündüm. Tek bir insanın dahi hayatına yardımcı olabilmek dünyalara bedeldi. Keşke onlar da burayı yapanlar kadar şanslı olabilseydi. Buna şans denilebilirse tabii...
"Bu bakışlar hayranlık bakışı değil!" dedi Aylin.
"Hem evet hem hayır aslında." diyebildim hüzünlü bir gülümsemeyle.
"Neden?"
"Eyfel Kulesi inşasında tek bir işçi bile ölmemiş ve bu inanılmaz bir şey. Harika bir şey. Ama dünyanın pek çok yerinde, özellikle de İstanbul'da o kadar çok insan ölüyor ya da sakat kalıyor ki, bunu aklın hayalin almaz."
"İstanbul'daki durum felaket değil mi?" dedi Aylin.
"Evet öyle. İstanbul'dayken iş kazası davalarına da bakıyordum zaman zaman."
Bunu söylememeliydim! Ağzımdan kaçırmıştım.Çünkü parasız baktığım davalardan söz etmekten hoşlanmıyordum.
"Ceza Avukatı değil miydin sen? İş davalarıyla ne işin vardı? Ben neden bilmiyorum." dedi Kerem. Biraz bozulmuştu sanırım.
Adama anlatmamıştım ki bunları, nereden bilsin. Bozulmak da haklıydı. Hoş, bilmemeyi hak etmiyor da değildi! 3 koca yıl beklemeseydi, yanımda olsaydı bunların hepsini bilirdi. O yüzden biraz kendimi kötü hissetsem de umursamadım.
"İstediğim her davaya bakma hakkım var sonuçta. Ama ceza davalarını daha çok seviyorum. Birer puzzle gibi hepsi. Doğru parçayı bulamazsan davayı baştan kaybedersin."
Lafı çevirmek için iyi uydurmuştum, daha doğrusu yuvarlamıştım. Çünkü söylediğim şey bütün davalar için geçerli olan bir şeydi.
Konuşurken yürümeye başladık ve merdivenlerden 1. kata doğru çıktık.
"Seni en çok etkileyen dava hangisiydi?"
"Bilmem! Aslında hepsinden etkileniyor insan ister istemez."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
mor şemsiye
Avventura"Bana bir zamanlar hayallerinin peşinden git diyen... Hayat silgi kullanmadan resim çizmeye benzer diyen... Ve... Unutmayacağım diyen ama fazlasıyla unutan adama... " Aşkın, batının ve ortadoğunun çelişkilerini, büyük hayalleri ve en önemlisi kad...