Güneş her zamanki temposunda yükselirken bir gün daha başlıyordu kahramanlarımız için. Erden bulunduktan sonra bir hafta geçmişti. Peki ne mi olmuştu o bir haftada? Bu sorunun cevabı ev sakinlerinin her biri için farklı olurdu şüphesiz. Mesela Başak'a sorsak evde öyle pek ahım şahım bir şeyler olmadı derdi, çünkü genç kadın kızı ve eşi hariç diğer şeylerle pek fazla ilgilenemiyordu ki bu tamamen kendisinin tercihiydi.
Oktay Fethi beye sorsak, hayatının en güzel haftaları arasına girmeye hak kazandığını söylerdi muhakkak. Çünkü kızının sevdiği adamın aşkının huzmeleriyle sarılışını izlemek büyük bir keyifti onun için. Ve tabi Azize Sultan içinde çok keyifli bir haftaydı tartışmasız, liseli aşıklar gibi birbirlerine göz süzen ikiliyi her seferinde zora sokarak inanılmaz eğleniyordu.
Merve için baştan kaybedilmiş bir savaşın son meydan muharebesiydi bu hafta. Genç kadın hangi akla hizmet bu adamdan ayrılabileceğini düşündüğüne inanamıyordu. Adam kanını her damlasına işlemişti adeta.
Erden ise kendisini Gladyatör filmindeki Maximus gibi veya Cesur Yürek filmindeki William Wallace gibi hissediyordu. Hayatı pahasına kazanmak zorunda olduğu bir savaşın tam ortasındaydı. Bu evde geçirdiği bu kısa sürede minik burunlu yarinin kalbini kazanmak zorundaydı.
Sabah kahvaltısı yapılıp herkes evin bir köşesine dağıldığında Merve Erden'in varlığından biraz olsun uzaklaşabilmek için bahçeye attı kendisini. Babasının bahçesi her zaman huzurun kaynağı olmuştu onun için. Güller ortancalar sümbüller gece sefaları hatta günebakanlar... İnsanın gözüne ziyafet çeken bir renk cümbüşü gibiydi burası. Merve ne zaman bunalsa kendisini buraya atar ve düşüncelerini düzene sokardı. Sözün burasında şimdiye kadar şerhi koymak lazım sanırım.
Erden... Hayatını altüst etmişti. İlginç bir şekilde bu dağılmışlıktan garip bir zevk alıyordu. Her sabah oğlunun odasına girdiğinde Erden'i sallanan koltuğunda oğlunu uyuturken görmekten, minik oğlunun babası onunla konuşurken agulamasından, babasının her akşam Erden'le satranç oynarken evi dolduran kahkahalarından, beline bir önlük geçirip annesiyle mutfakta saatler geçiren bu garip adamı seyretmekten mutlak bir zevk alıyordu. Ve bütün bunlar hem aklını hem de kalbini allak bullak etmişti.
Yerden bir papatya koparıp kendisini salıncaya bıraktı. Çaresizliğinin son göstergesi olarak saymaya başladı. "Seviyorum... Sevmiyorum..." İşi papatya fallarına kaldıysa durumu gerçekten vahim demekti. Hem zaten sonucu da biliyordu. Son yaprağı kopardığında dilinden dökülen kelime "seviyorum.." oldu elbette.
Gözlerini kapatıp yüzünü gökyüzüne çevirdi. Oturduğu salıncak sallanınca yanına birisinin oturduğunu anladı ama yinede açmadı gözlerini. Zaten gözlerini açmaya ihtiyacı yoktu gelenin kim olduğunu biliyordu.
Erden, yüzüne güneş ışıkları vuran yarini seyretti bir süre. Dudağında kırık bir tebessüm vardı. Eğilip burnunun ucuna bir buse bıraktı. Merve, dudağındaki tebessüm yayılırken gözlerini açtı. İkili bir süre birbirlerinin gözlerine baka kaldılar ve o sırada elbette ki fonda "benim gözüm sende" çalmaya başladı.
Erden gözlerini bir an bile sevdiğinden ayırmadan, konuşmaya başladı.
"Seni ilk gördüğümde yüzün gözün kir içinde bir erkek çocuğu gibi top peşinde koşuyordun ve ben sana o an aşık oldum Merve..."
Merve'nin gözlerinden çaresiz bir damla firar ettiğinde uzanıp parmak ucuyla sildi.
"Sonrasında kendimden utana utana sevmeye devam ettim. Bir yandan sana aşık olup bir yandan bu güzel ailenin kalbimi çoğaltmasına alışmak çok zor oldu inan. Annen, baban, Safa... Siz benim olmayan ailem oldunuz. Hayatımın en güzel günlerini sizin yanınızda yaşadım ben. Sizden ayrıldığımdaysa kalbimi kaybettim adeta..."