Bölüm 5

42.1K 2K 24
                                    

Bölüm 5

Genç kız rahatsızca kıpırdandı olduğu yerde. Hareket ettiği anda sırtında hissettiği ağrıyla birlikte inlercesine bir ses, kapalı dudaklarının arasından süzüldü usulca. Yüzünü buruşturarak gözlerini hafifçe araladı. Gözkapakları hareket eder etmez başına keskin bir ağrı saplanmıştı. Neden bu kadar şiddetliydi bu ağrı? Sanki mehteran takımı geçit yapıyordu zihninde. Yattığı yerde, korunmak istercesine, dizlerini karnına çekmeye çalıştığı an, yumuşacık kumaşın tenine temas etmesiyle birlikte, şaşkınlıkla üstündekinin pijamaları olmadığını fark etti.

Ağrıyı unutarak, hızla fal taşı gibi açtı gözlerini. Annesinin, elbiseleriyle yatmasına nasıl izin verdiğini düşünerek, yerinden aceleyle doğrulmaya çalıştı. Daha başını kaldırır kaldırmaz dünyanın dönüşü hızlanmıştı sanki. Yattığı yerin, bir kayıktaymışçasına sallandığını, gözlerinin karardığını hissetti, ızdırap içinde. Dengesini kaybederek, yatağa düştüğü sırada sırtına, tam bel çukuruna, yeniden saplanan o ağrıyla inledi tekrar. Gözlerini sıkıca yumup, baş dönmesinin geçmesini bekleyerek, bir süre daha yatağında uzanmaya devam etti. Sonunda yavaş yavaş araladı gözlerini...

"Neredeyim ben…” diye mırıldandı hafifçe.

Tanıdık gelen odada yavaşça göz gezdirirken bir anda anladı nerede olduğunu.

"Tan?" diye fısıldadı yavaşça.

Ne işi vardı onun odasında... Mavi ağırlıklı, uzun süredir kullanılmadığı için toz içinde kalan odayı incelerken, birkaç kez hapşırdı üst üste. Daha odaya göz gezdirir gezdirmez anlamıştı Gölbaşı’nda olduklarını. Ama nasıl geldiklerini hatırlamıyordu hiç. İyice doğrularak yatak başına sapladı sırtını. Neler olmuştu dün gece? Öylesine bölük pörçüktü ki her şey. Alnını ovalayarak hatırlamaya çalıştı geceyi. Her şeyden önemlisi neden elbisesiyle yatmıştı? Hoşnutsuzlukla kırışmış kumaşa baktı.

“Annem öldürecek beni…”diye mırıldandı derin bir nefes alarak.

Aynı anda geceye dair ilk anı buldu onu. Balo salonundan çıktıklarını hatırlıyordu. Sonra taksiye binmişlerdi. Sahi... Neden taksiye binmişlerdi ki? Tan zaten araba kullanacağı için içmemişti gece boyunca. Aniden açıldı gözleri.

“Ah hayır…”

Tuvalette basılmasını da hatırlamıştı o anda.

“Hayır… Hayır… Hayır…” dedi üst üste…

Birden eve gelişleriyle ilgili görüntüler belirmişti zihninde. Bu odaya nasıl geldiğini hatırladığında yanaklarını ateş bastı heyecanla. Gülüp durduğunu, onu kucağında merdivenlerden çıkaran Tan’ın omzuna başını yasladığını hatırlıyordu Mehir. Hala onun kolları arasındaymışçasına ürperdi bedeni. Boynuna nasıl da sıkı sıkı sarıldığını, başını yasladığı göğsünde hızla çırpınan kalbin onu ne denli heyecanlandırdığını hatırlıyordu…

Ve hatırlamak bile yangınlara atıyordu onu sanki. Hızlanan nefesine eşlik eden kalp çarpıntısı, canını yakmaya başladığında, avucunu serte bastırdı kalbine. Sanki kalbi yerinden çıkıp uçmak istiyordu o an. Delicesine bir coşkuyu hatırlatıyordu ona. Mutluluğu… Ve o anlarda burnuna dolan o kokuyu… Tan’ın kokusunu… Düşündükçe her şey daha da ayrıntılanıyordu zihninde.

Odaya gelişlerini de hatırlıyordu şimdi. Tan’ın dolaptan çıkardığı bir tişört ve eşofmanı giymesi için ısrar ettiğini anımsadı sonra. Başını çevirince pencerenin önünde ki sandalyenin üzerine atılmış siyah eşofmanı gördü. Tişört neredeydi peki? Biraz daha bakındığında onun da yatağın hemen yanında olduğunu fark etti. Peki, neden giymemişti onları? Neden elbisesinin fermuarı açıktı, neden sırtına batıp duruyordu? Neden giyinmediğini düşünürken elini alnına vurarak “Oh hayır… Hayır… Bunu yapmadım…” diye inledi isyankâr bir haykırışla.

Elbisesinin fermuarını açmaya çalıştığını, bir türlü başaramayınca Tan’ın yardıma geldiğini de hatırlıyordu.

Fermuarını açmaya çalışan Tan’ın , “Bak, ben fermuarı açıyorum Mehir, sonra odadan çıkacağım, böylece yatmayacağına söz ver bana… “dediğini de hatırlıyordu.

Hatırlamak istemediği, hemen sonrasında geliyordu zaten. Diğer görüntülerin tam aksine çok net olan o anı, aksi gibi çok, çok iyi hatırlıyordu hem de. Sisli, fırtınalı anıların ortasında, berrak bir gökyüzüyle beliren, büyülü bir ada gibiydi o an.

Onu, düz tutmaya çalışarak göğsüne çeken, sırtına uzanan Tan’ın, ona çok yakın olan yüzünün görüntüsü, bir an göz göze gelmeleri, birleşmeyi bekleyen tüm diğer zaman dilimleri içinde gerçekliğini inkâr edemeyeceği kadar keskindi.

Tan’ın dudaklarına baktığını… Ve ne yazık ki , “Sanırım, seni öpeceğim…” dediğini de hatırlıyordu Mehir. Sonra ona doğru yaklaştığını… Onun şaşkınlıkla açılan gözlerindeki o alev alev ifadeyi… Hızlanan nefesini, hepsini hatırlıyordu…

…………………………………………�� �..

Genç adam, yatağa yavaşça bıraktığı genç kızın, elbisesinin fermuarına ulaşmak için sarf ettiği çabayı izledi bir süre.

Sonunda “Gel buraya.” Dedi yanına oturarak.

“Ah Mehir, ne vardı bu kadar içecek…” diye mırıldandı ağzını içinde.

Genç kızın, mahcup bir ifadeyle gözlerini indirerek, sevimli bir ifadeyle dudaklarını ısırmasıyla beraber elinde olmadan gülümsedi ona. ”

Bırak, bırak ben açarım…” dedi sinirlenmeyi bile başaramayarak. Belinden tutarak hafifçe kendine çekti onu. Fermuarı bir anlığına bulamayınca omzuna doğru eğildi hafifçe. O bembeyaz büyüleyici tenin, günahkâr çağrısına direnerek hızla açtı fermuarı.

Genç kızın başını hafifçe çevirerek buğulu gözlerle ona baktığını fark edebiliyordu rahatlıkla. Boynuna çarpan sıcak nefesinin hızlandığını, arada kesik kesik içini çektiğini duyabiliyordu. Boğazına takılan, nefesini kesen o yumruyu söküp atmak ister gibi yutkundu hafifçe.

Başını geri çekerken ,en büyük hatayı yaptı genç adam. Bir anlığına, tek bir anlığına izin verdi bakışlarının, o derin, sisli mavi sulara dalmasına. Sonra genç kızın gülümsemesine takıldı gözleri. Dudaklarının köşelerini ele geçiren haylaz bir çocuk gibi, muzip oyunlarla onu baştan çıkarmaya çalışan, davet eden o tebessüm, ele geçirdi bu kez de bakışlarını.

Sonra kımıldadı hafifçe, o güzel dolgun, silinen rujuna rağmen kırmızılığından bir şey kaybetmeyen o dudaklar…

“Sanırım seni öpeceğim…” dediğini duydu yanlış duymuş olmayı isteyerek.

Doğru duymuş olmak için ölerek… Nefesi hızlandı heyecanla. Ona doğru yaklaşan güzel yüzün yolunu kesmek için hiçbir arzu yoktu genç adamın içinde, cennete gideceğini bilen bir idam mahkûmunun acıya karışan, mutluluğuyla bekliyordu onun nefesiyle buluşacağı o kutsal anı…

“Mehir…”diye fısıldadı alev alev yanan nefesi… Yaklaştı… Yaklaştı o güzel yüz. Bir kez daha “Mehir… “diye inledi boğuklaşan sesi. Gözleri kendiliğinden kapandı usulca, bekliyordu şimdi, dudaklarının birleşeceği, dünyanın yanacağı, kara bir delik gibi onu yutup tüketecek olan anın gelmesini bekledi soluğu kesilerek. Bir anda genç kızın burnuna çarpmasıyla acıyla irkildi. Geri çekildi hızla.

Genç kızın şaşkın gözleriyle buluştu bu sefer. Narin parmakları burnunu ovuşturuyordu. Bir anda çatıldı kaşları. Az önce buluşmak için tadına varmak için dünyayı yakacağı o dudaklar sinirle kıvrıldı aniden.

Genç kızın kaşlarının çatılışına baktı şaşkınlıkla. Dudakları büzülmüş, alnında derin çizgiler belirmişti aniden.

"Senin yüzünden… Evet, evet… Senin yüzünden..." diye payladı onu aniden işaret parmağını burnuna doğru sallayarak.

Az önce öpmek üzere olduğu uysal, masum güzel, hırçın Mehir’i olmuştu yeniden. Elektrik mavi şimşekler çakıyordu sanki gözbebeklerinde. Elmacık kemiklerinin üstü tatlı bir pembeye bürünmüş, her an koyulaşan rengiyle, tan kızıllığı vaat ediyordu izleyene. Küçük burnunun üstündeki o hafif kemer bile sadece güzelliğine vurulan, onu çeşnilendiren aykırı bir fırça darbesi gibiydi. Sadece daha sevimli görünmesine yarıyordu onun. “Ne kadar güzel…” diye düşündü hayretle… Ne kadar büyüleyici… Ve o az önce bu mükemmel varlığı öpmek üzereydi öyle mi? Ona dokunacaktı öyle mi?

Mehir’in “Bana yaklaşan herkesi o kadar korkuttun ki …” diye azarlamasıyla irkildi aniden.

Onun ne demek istediğini anlamaya çalışırken ,gece boyunca, onu başkalarının yanında gördükçe, içinde çağlayan, zapt etmek için tüm gücünü harcadığı öfke, yeniden buldu damarlarını.

“Hiç sevgilim olmadı ki benim” diye ekledi hemen ardından isyankâr bir edayla ,Tan’ın sinirlerine bir darbe daha vurarak.

Onun çatılan kaşlarına, açılıp kapanmaya başlayan burun kanatlarına gittikçe kasılan çenesine aldırmadan devam ediyordu hala…

En büyük darbeyi sona saklamış gibi “Senin yüzünden öpüşmeyi bile beceremiyorum, farkında mısın?”dediğinde Tan birden donup kaldığını hissetti. Onun huysuz aksi bir sesle söylediklerine ne tepki vereceğin şaşırmıştı genç adam.

Belki de en büyük kâbuslarından biri çözülmüştü o son cümleyle, Mehir’in biriyle olması, onu hak etmeyen birinin ona dokunması… Kaç gece uykusuz kalmıştı beyninde dönüp dolanan düşüncelerle. . Gece sabahı gözlerinde doğurmuştu… Biliyordu eninde sonunda hayatında biri olacaktı Mehir’in. Bunu izlemek, bunu kabullenmek zorunda kalacaktı. Biliyordu. Ama en azından onun kadar olamasa bile, çok ama çok sevmeliydi Mehir’ini. Yaşamını, Mehir’ini emanet edeceği, sevdasını ondan alacak adam en az onun kadar bağlı olmalıydı çiçeğine…

Oysa o gece ne çok şey yıkılmıştı içinde… Şimdi bu o kadar uzaktı ki ona… Onu başkasına teslim etmek… Deli olmalıydı bunu düşünebilmiş olduğu için… Mehir ve başka sevgili kelimelerini bir arada düşünmek bile çıldırtabilirdi onu. “Hayır!”diye inledi içinden… Olmazdı, olamazdı bu… İzin… İzin vermezdi… Kaşlarını çatarak baktı ona. Kollarının arasına almak, sahiplenmek, benimsin demek, seninim dediğini duymak için canını verebileceği kıza baktı… “Mirza Amca… “diye düşündü, “Zâl teyze…”. Kızlarını ona emanet eden, aileden saydığı iki insan… Ya onlar?

Her şeyin önemini yitirdiği bir yol ayrımındaydı Tan. Emanetti Mehir. Her gün evine girip çıktığı, ona güvenen insanların kızıydı.” Kardeşin o senin.” Cümlesiyle büyüdüğü, ona rağmen âşık olduğu, kendini bildi bileli kalbinin en derin köşesini sevdasına ayırdığı kızdı… Ama diğer yandan da sevdiğiydi… Görmeden, haberdar olmadan yapamadığıydı. Başkasına her gülümseyiş, her teması, bir bıçak darbesi gibi onu bulup yüreğin yakan, ruhunu harabeye çevirendi… Ve o buruk bir acıyla bakıyordu ona o an.

Öfkeli ruh hali yine onun dolu gözlerinin bariyerinde dağıldı istemsizce. Öfkesi onun hüznüne yenildi her zaman olduğu gibi…

Sanki dünyadaki en büyük derdi öpüşmeyi becerememiş olmakmış gibi bakan kızı izledi, karar verememenin sırat köprüsünde. Mehir’in o narin, yuvarlacık omuzları düştü aniden. Tan’ın keşmekeşe teslim kum fırtınalarıyla, hayal kırıklığı içinde buluşarak elini dudaklarına götürdü.

“Oysa ne kadar istemiştim…” diye mırıldandı hüzünle. Birden sertleşti bakışları. Hiddetli bir denizin dalgaları sardı gözbebeklerinin etrafını. Onu göğsünden itti sonra. Aniden fırladı yataktan. Elbisesinin sırtı şimdi beline kadar açılmış, elbisesinin askılarından biri tehlikeli bir şekilde omzuna kaymıştı. Odanın içinde kapıya doğru birkaç adım attı yalpalayarak.

Tan düşeceği korkusuyla peşinden ayağa kalktığında aniden geri dönen Mehir’le yüz yüze kaldı beklemediği bir şekilde. Birkaç adım mesafede ,şaşkınca kaldılar bir süre...

Gözleri, bakışları çarpıştı. Bir tarafta öfke vardı, mavinin en koyu tonuna bulanmış, tehlikeli pırıltılarla alev alev yanan… Diğer tarafta sapsarı bir hüzün… Sanki tüm mavisi Mehir’de kalmıştı, arada yeşile dönen gözlerinin. Gözlerini kıstı Mehir sinirle. Onu itmek ister gibi elini kaldırarak ilerledi ona doğru.

Ona doğru bir adım atayım derken hafifçe sendelemiş, doğrudan Tan'ın kollarının arasına düşmüştü genç kız. Daha birkaç saniye önce Tan'ı boğmak ister gibi bakan kendi değilmişçesine başını genç adamın omzuna bıraktı iç çekerek.

"Başım dönüyor. Bir de... Bir de uğulduyor..." diye mırıldandı usulca.

Hemen ardından kıkırdadı Tan’ı daha da şaşırtarak. “Çok komik değil mi?" dedi başını geriye atıp.

Gözleri yarı kapalı, hülyalı bir bakışla bakıyordu genç adama. Gözlerinin içi güldü bir anda, neşeli bir kahkaha izledi neşeli pırıltıları.

"Bir tanen az geliyordu ya, iki tane olmuşsun Tan..." dedi gülmeye devam ederek.

Değişken ruh halleri içinde kendisiyle beraber Tan’ı da savurduğunu farkında bile değildi o an. Genç adamın kollarına teslim ettiği bedeninin, onu nasıl tükettiğinin, sabrının sınır boylarını nasıl sular altında bıraktığını farkında değildi. Başını geri atarak dikkatle ona baktı, odaklanmaya çalışarak. Gözleri iri iri açıldı sonra.

“Peki, ben şimdi hanginizi öpeceğim Tan? Hanginizi öpsem diğeri bozulur…” Dedi dudaklarını büzerek.

“Mehir…” diye inledi genç adam ona kendine çekerken. Sıkıca sarılmıştı genç kıza sanki bedenine katmak istiyor yüreğinin içine alıp orada saklamak istiyordu onu.

“Mehir …”dedi fısıldadı yeniden. Bitmişti artık… Düşünemiyordu, sadece Mehir vardı içinde takılı kaldığı anda. Sadece o… Dudakları… Ona bakan masmavi gözleri… Ve onlardaki davet… Kanını kaynatan, tüm iradesini bir çığ gibi isteğinin, arzusunun altında bırakan o cazip çağrı.

Kollarının arasında çevirerek kapıya yasladı onu birkaç adımda. Sonra, bir anda geri çekilerek avuçlarıyla genç kızın yüzünü kavrayıp, kendine çevirdi. Duraksamadan eğildi ona doğru. Kesik bir nefes almıştı tenine ulaşmadan hemen önce. Sanki bir daha ondan ayrılmayacağını, o büyünün içinde kaybolana, tükenene kadar boğulmak isteyeceğini biliyordu. Küçük bir öpücük kondurdu şakağına. Yavaş yavaş aşağı indi, yanağı boyunca… Çenesine kondu uzun soluklu dokunuşlarla, usulca dudağının hemen kenarına ilerledi oradan. Öpmüyor tadıyor, keşfediyordu sanki genç adam, uzun süre susuz kalmış toprakların yağmura hasreti gibi, içiyor, içiyordu teninin kokusunu…

Sonunda genç kızın hızla nefes alıp veren aralık dudaklarına ulaştığında açlıkla sarıldı soluğunun bal tadındaki yumuşak kaynağına…

Yer ayaklarını altından çekiliyordu sanki Mehir’in. Dokunduğu yeri alazlayan, yaşamla doldurup, çekildiğinde kuru topraklar bırakan bir ateş gibiydi Tan’ın dudakları. Nefesi, tenine vurdukça geleceğini bildiği öpücüğün heyecanıyla sarsılıyordu bedeni. Depremleri tüm hücrelerini esir alıyor, yepyeni dünyaların yolunu açıyordu sanki. Bildik dünya ölüyordu Mehir’in içinde. Başka bir dünya doğuyordu. Her karışı Tan olan topraklar, yeşeriyordu. Çılgınca dönüyordu dünya, bitmesini istemediği tatlı bir işkencenin esaretinde gönüllü kölesi oluyordu onun. Dudakları, onun nefesini içine almak için aralandığında, dudaklarının yumuşak dokunuşlarının, her geçen an nasılda sertleştiğine şahit oluyordu bilincinden kopuk şaşkın bir arzunun içinde kıvranan bedeni… Uçuyordu, düşüyordu, binlerce küçük ateş böceği dudaklarından tüm bedenine yayılıyor, onu yakıyor, tüm bedeninde nabız gibi atan o heyecanı besliyordu hepsi ışıltılarıyla.

Neydi bu? Yaşamsa nasıl bu denli zorlardı nefesini? Ölümse, yüreği nasıl bu denli hızlı atıyor olabilirdi o zaman? Doyumsuz öpüşlerin her duraksamasında kısa soluklarla ciğerlerine doldurduğu hava bile daha fazla tan kokar olmuştu sanki belinde sırtında dolanan ellerinin, daha fazlasına ulaşması için çıldırıyordu genç kız. Eşiğinde olduğu bilinmezliğin korkusunu alt etmişti çoktan adını Tan koyduğu tutku… Genç adamın dudakları kesik nefeslerle boynuna ulaştığında dudakları isminden olsun ayrılmamak istedi ihtiyaçla…

“Tan…” diye fısıldadı soluğu kokusunu ismine bulayarak… “Tan…”

Ve ateş buza kesti genç kızın sesiyle, bir anda, büyünün kırılgan dokusu dağıldı… Geriye ayazı bırakmıştı sadece. Bedeni Tan’ın kollarında kapıdan ayrılırken sıkıca sarıldı onun taşıyan bedene. Yatağa değen sırtını hissetti sonra. Tan’ın kollarını iki yanına dayayışını… Dudaklarının usulca alnına dokunuşunu…

“Affet… Affet beni Mehir…” dediğini duydu kısık bir sesin.

Ve karanlığın içine yuvarlanmadan öncesine dair, hatırlayacağı son şey, hızla çarpan kapının sesi olacaktı genç kızın…

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin