Bölüm 12...

17.1K 1K 44
                                    

Masaüstünde göremiyroum bölümü, ama oylama bildiriminden gittiğimde ulaşabiliyorum, ne olur ne olmaz diye yeniden ekliyorum o nedenle de...

Telefonda yaptıkları bir başka şiddetli bir kavganın hemen ertesinde, Tan uçağa atlayarak Antalya’ya gelmişti. İlişkilerini koparan telefondaki değil yüz yüze yaptıkları kavga olmuştu ne yazık ki .

Mehir yeni biten bir sitenin bahçe düzenlemesinin projesiyle uğraşıyordu. İkisi içinde önemli bir projeydi bu. Tan’ın aldığı ilk projeydi ve bitişini Mehir yapıyordu. Mutluluktan uçuyordu ikisi de. Onu Antalya’ya yolcularken “Birkaç hafta içinde ben de geleceğim yanına, beraber yaptığımız siteye bakıp kadeh kaldıracağız.” demişti Tan.

Tan’ın Ersan Bey’le ilgili tüm saçma sapan kıskançlıkları bile son aylarda durulmuş geri plana atılmış gibiydi. Evlilikleri yeni bir döneme girmişti adeta. En başından beri süregelen tartışmaları, projenin bitim tarihine yakın, buhar olup uçmuştu sanki. 

Mehir tekrar sınava girerek Peyzaj mimarisini okumaya karar vermişti. Peyzaj bölümünde aldığı ortak dersleri yeniden almayacağı için kısa sürede bitecekti okulu. Belki öğrencilik hayatı boyunca hep hayal ettiği gibi, avukat olmayacaktı ama, en azından üniversiteyi bitirmiş olacaktı.Sular durulmuştu, evlerinde eskisi kadar sık yükselmiyordu sesler. Ama tüm bu durgunluğun aslında kopacak fırtınadan önceki sessizlik olduğu proje ekibiyle yenen bir akşam yemeğinde Tan’ın onu aramasıyla anlaşılmıştı. 

Telefon çaldığı sırada artık kalkmak üzereydiler. Tan arkadan gelen seslerin ne olduğunu sorduğunda, Mehir neşeyle cıvıldayarak yemekte olduklarını anlatmıştı ona ve telefonu ucunda bağırmaya başlayan sesle beraber buhar olup uçmuştu sanki tüm neşesi. Mehir’in gecenin o saatinde kendisinin tanımadığı insanlarla yemekte olmasına öfkesi, telefonun ucunda bıçak kadar keskin kelimelere dönüşmüştü. Sesini çıkarmamaya, gülümsemeye devam ederek, etraftakilere bir sorun olduğunu sezdirmemeye çalışarak kendine hâkim olmaya gayret eden Mehir, en sonunda onun söylediklerine dayanamayarak, öfkeyle telefonu yüzüne kapamıştı.

Telefonu tekrar çantasına koyarken hala kulaklarında yankılanıyordu Tan’ın sözleri. 

“Tanımadığım insanlarla ne işin var Mehir senin ?” demişti Tan. Öfkeden titreyen sesi gittikçe yükselirken, onun açıklama yapmasına bile fırsat vermeden devam etmişti sonra.

“Benim olmadığım bir ortamda içki kullanmandan hoşlanmadığımı bilmiyor musun? Ne kadar çabuk sarhoş olduğunu bilmiyormuş gibi… Nasıl bu kadar rahat davranıyorsun. Artık evli bir kadın olduğunu anlamanın zamanı gelmedi mi? ” Demişti bağırarak.

Dinlememişti Mehir’i, tüm gece boyunca sadece meyve suyu içtiğini söylemesine bile fırsat vermemişti, meyve suyundan başka bir şey içmesinin zaten doğru olmayacağını söylemesine fırsat vermemişti, ona hamile olduğunu, bu sefer her şeyin düzgün gideceğine inanmak istediğini, çok mutlu olduğunu söylemesine bile fırsat vermemişti Tan. Sadece bağırmıştı. Tüm mutluluğunu öldürerek, bağırmıştı…

Ertesi sabah Tan öfkeden kararmış gözlerle kaldığı otele geldiğinde,havaalanına gitmemiş, resepsiyonda karşılamıştı onu Mehir ve kavga daha kaldığı odaya varmadan, asansörde başlamıştı. Odada ise artık bir fırtınaya dönmüştü . Seslerinin bütün odalardan duyuluyor olma ihtimalini bile düşünmeden ağızlarına geleni söylemişlerdi birbirlerine.

Gittikçe artan gerginlik, Mehir’in alev saçan gözlerle ona bakarak, gece telefonda ettikleri kavgaya sözü getirmesiyle patlamış ve bardağı taşıran son damla düştüğü yerde büyümüş büyümüş, yakıp yıkan bir tufana dönerek, evliliklerini enkaza çevirmişti.

“Ne zaman sarhoş olacak kadar içtiğimi gördün Tan? Başkalarının yanındayken ne zaman kendimi o kadar kaybettiğimi gördün?” demişti sinirden titreyerek.

Tan kökünden kazımak istercesine ellerini saçlarının arasından geçirdikten sonra sert bir hareketle ona dönmüş buz gibi bakışlarla bakmıştı ona. 

“Görmedim mi Mehir?” demişti sözünün nereye gidebileceğin hesaplamadan, senelerdir içinde büyüyen dillendirilmemiş o şüphesini, kıskançlıklarının, güvensizliklerinin asıl kaynağını, o en gizli, en diplerde sakladığı gizli yarasını, bir an bile düşünmeden, hatta ne dediğini bile bilmeden kaçırmıştı dudaklarının arasından.

Donakalmıştı Mehir ona bakarken. Ne ima ettiğini yavaş yavaş anlarken sadece boş gözlerle bakmıştı kocasına. İkisi aynı anda fark etmişlerdi Tan’ın ne dediğini.

“Bu yüzden miydi?” demişti Mehir gözleri dolarken…

Mavi bir bataklık gibi zehirli bir ışıkla parlayan gözleri yavaş yavaş ölürken, sesi gittikçe kısılarak 
“Bu kadar… Bu denli kıskanç olman? Herşey bu yüzden miydi? Güvensizliğin?”. 

Başını iki yana sallamıştı gözleri dehşetle irileşerek.
Tan’ın “Hayır!” diye panikle bağırarak ona uzattığı elini iterek, sarsak, ölgün bir adımla gerilemişti. 

“ Böyle mi gördün beni Tan? Sırf sarhoş olduğu için senin yatağına gelen bir fahişe miydim ben?”

Tan kulaklarını kapamıştı onu duymamak için, onu kaybettiğini, Mehir’in elinden uçup gittiğini o an anlamıştı aslında. Öfkesi umutsuz bir çırpınışa, kalbini yırtıp parçalayan bir acıya dönerken, çaresizlikle duyduklarından, söylediklerinden kaçmak istemişti.

Ama yine de ulaşmıştı ona sözcükler. Kendine öfkesi büyürken “Sus!” diye haykırmıştı onun sözünü kesmek için.

”Onu demek istemedim, biliyorsun, öyle düşünmedim, hiçbir zaman. Biliyorsun…Bunu biliyorsun Mehir! Sus artık…” demişti mırıldanırcasına, ondan çok kendini ikna etmeye çalışırcasına.

Mehir duymuyor, görmüyordu sanki onu. Olduğu yerde sallanarak boş gözlerle onun bedenini delip geçen bakışlarla ona bakmaya devam etmiş, “Haklısın tabi …” demişti acı dolu, öfkeyle yanan bir fısıltıyla.

Tüm bu öfkeden, karmaşadan, bebeğini korumak istercesine eli karnında, gözleri dolu dolu, bir anda yeniden görmeye başlamış gibi, Tan’ın gözlerine bakarak duraksamıştı bir an. Gecenin tüm acısı o son ana, son cümleye dolmuştu sanki.

“Ben daha evli olduğumun bile farkında değilim, haklısın. Çok basit bir kadınım değil mi, o kadar basitim ki sarhoş olup karşıma ilk çıkan adamla yattım. Dün gece aramasan Allah bilir bu sefer kimin yatağında uyanırdım. ” diye haykırmıştı sonunda. 

Bir anda bembeyaz kesilen Tan’ın “Yeter !Sus…!”diye bağırarak , ona doğru bir adım atıp elini savururcasına havaya kaldırmasıyla donakalmıştı genç kadın.

O ana sığmıştı her şey. Aynı anda çalan telefonla kendine gelen, kaldırdığı elini yumruk yaparak indiren Tan’ın dehşete düşmüş gözleri, ıslak, korku dolu bakışlarla ona bakan Mehir’de takılı kalmıştı uzun bir süre. Mehir bir kukla gibi hissiz, görmeyen adımlarla telefonu açtığında, diğer odalardan şikayet geldiğini söyleyen o sesle kendisinin ne dediğini bilmeden, karşıdakinin ne dediğini duymadan, kısa bir süre konuşmuştu. 

O, telefonla konuşmaya devam ederken odadan kaçarcasına çıkıp giden Tan’ın ardından dakikalarca yatağında oturmuştu, konuşmadan, anlamadan, hissetmeden. Günlerce telefonlarını açmamıştı. E-maillerini okumadan silmişti. Antalya’da kaldığı otelden ayrılarak küçük bir butik otele saklanmıştı her şeyden kaçmak isteyerek. Bir hafta sonra Ankara’ya giderken aynı kadın değildi artık. Bir haftada bebeğiyle beraber, birçok şeyi, neşesini, duygularını geride bırakmıştı sanki. Bomboş bir çuval gibi yıllar önce Tan’a sığınmak için kaçtığı evin kapısından içeri girmişti. Tek kelime bile etmemişti annesi ona. Üzgün bir şekilde koluna girerek, Tan’la ziyarete kaldıkları odaya değil, eski yatak odasına götürmüş yatırmıştı onu sessizce.

Tan ona ulaşamadıkça kaybetme korkusuyla daha da delirmişti. Her telefon açışında Sahra Annesi’nin “Tan oğlum, Mehir’e biraz daha zaman ver lütfen, konuşmak istemiyor, odasından bile çıkmıyor hiç.“ demesiyle, korkusu çaresizliğe, sonunda öfkeye dönmüştü içinde. Konuşmadıkları her an onun kendisinden daha da uzaklaştığının bilincinde, ona zaman verme kararını bir kenara atıp sonunda peşinden Ankara’ya gitmişti.

Sahra üzgün gözlerle karşılamıştı onu. 

“Odasından çıkmıyor Tan.” Demişti yaşlı gözlerini ona dikerek.

“Zaman ver Tan, biliyorsun, bu sefer yalnızdı, onu anlamamız lazım. “ demişti ona. 

Bir annenin yavrusu için yalvarmasını dinlerken canı daha da çok yanmıştı Tan’ın. Sonra ayak seslerini duyunca başını çevirmişti odanın kapısına. O anı unutmayacaktı hiç biliyordu. Aradan hiç zaman geçmemişçesine, sanki o gün o kavgada o anda takılı kalmışçasına, oradaydı Mehir. Uykusuzluktan mora bezenmiş gözleri, durgun, boş bakışlarıyla kapının eşiğine yaslanmış ona bakıyordu. Yüzü bembeyazdı güzel karısının. Çökmüş, tükenmiş. Dudaklarının canlı kırmızısı, soluk, mahzun bir pembeye dönmüştü geçen günler içinde. Sıcak havaya rağmen sımsıkı sarılmıştı hırkasına.

“Beraber olmamız lazımdı.” diye düşünmüştü ona bakarken, “Ne olmuş olursa olsun beraber olmalı bebeğimizin yasını beraber tutmalıydık.” diye geçirmişti içinden. Sahra’nın telefonda “Yine düşük yapmış Tan, çok kötü, bu sefer tümüyle bıraktı kendisini.” dediği o ana gitmişti aklı. 

Kavgalarından birkaç gün sonra düşük yapmış olmasının o ağır yıkıcı yükünü yeniden hissetmişti omuzlarında. “Daha önce de oldu…” diye avutamamıştı kendisini, Mehir ona baksın ”İkimiz de öfkeliydik o gün.” desin, “Senin suçun yok...” desin istemişti deli gibi.

“İlk düşüğüm değil , kendini suçlama…” demesini istemişti.

Günlerce içinde boğulduğu acıdan, onu sıcak elleriyle çıkarsın istemişti. Hakkı olmadığını bilmesine rağmen istemişti, ummuştu yine de… O affetmediği sürece bu azabı taşıyacağını bilerek ummuştu.

Mehir genizden gelen kısık bir sesle “Anne izin verir misin lütfen?” demişti sonra.

Sahra odadan çıkarken gözleri hırkayı sarmalayan narin ellere takılmıştı Tan’ın. Nefesi kesilmişti sanki , Mehir’in ondan gitmeye karar verdiğini anlaması, keskin bir bıçak gibi yaşamla bağını kesivermişti aniden. Oysa nefes gibiydi Mehir… Kalp atımı gibiydi... Suyun altında bile insanı nefes almaya, bir yangının ortasında bile ,öleceğini bile bile zehri içine çekmeye zorlayan o ihtiyaçtı genç kadını sevmek. 

Gözleri büyümüştü genç kızın sağ elinin boş parmaklarını fark kedince. Acının, öfkenin, korkunun, iç içe döndüğü o girdap durulmuştu bir anda. Issız b,r çöle dönmüştü yüreği. İçinde kaybolmak isteyeceği, bir çöle… Bir şeyler söylemek için aralamıştı dudaklarını. Sesi çıkmamıştı, lal olmuştu adeta. Yüzüğünün bıraktığı boşlukta kaybetmişti sesini, sözünü. Gözlerini yummuştu görmemek için. Gözkapaklarının arkasında belirmişti boş parmağı… Kaçamamıştı.

Gözlerini tutunmak istediği umuda açarak elini uzatmıştı ona yalvarırcasına, sonunda dile gelmişti acı, “Mehir…” diye inlemişti ona bir adım atarak. 

Mehir devam etmişti susmaya. Çenesi sımsıkı kilitli onun neyi fark ettiğinin bilincinde susmuştu. Yavaşça elini cebine sokmuştu sonra, parmaklarının ucunu yakan o metal halkaya dokunmuştu hafifçe. Vedalaşırcasına.” Hoşça kal.”demişti gözlerinden yanaklarına süzülen bir damla yaş. Tan’ın ona ulaşmak için çırpınan gözlerine dikmişti mavi hüznünü. Elini cebinden çıkarıp, yüzüğün, ortasına bir ölüm fermanı gibi yerleştiği, avucunu uzatmıştı ona. 

“Hayır!” diye bağırmıştı Tan son nefesini vericesine. Hızla atılmıştı genç kıza. Yüzüğü uzatan elini avuçlarına hapsetmişti kaçmasına izin vermeyerek. Elinin parmaklarını zorla kapatarak, avucunda hapsetmişti yüzüğü… Orada kalmaya zorlamıştı adeta.

“Hayır… Hayır, Mehir...”diye yalvarmıştı panikle. 

Sadece “Hayır…” kelimesi kalmıştı aklında. Gerisi önemli değildi. Cümleler, sözler, sesler önemli değildi sadece “ Hayır!” vardı Tan için, tüm bu olanlara, kaybettikleri bebeklerine, Mehir’in boş parmaklarına hepsine…

Hayır…!!! Ve onun adı, bir dua gibi yakarış gibi onun adı… Sevdiğinin, en sevgili olanın adı… Mehir…!!!

Elini bırakıp yaşlarla ıslanmış yüzünü titreyen avucunun içine almıştı sonra. Gözlerini kapatarak alnını dayamıştı onunkine. Gözyaşları süzülüp onun tenine akarken, onunkilere karışırken, onlar gibi, her şeyi unutup, tekrar kavuşmayı dilemişti içinden. 

Utanmamıştı ağlamaktan, ne önemi vardı, Mehir’i kaybedecekse “Erkekler ağlamazların…” anlamı ne olacaktı ki? Onsuz kaldıktan sonra, tüm acısı, azabı, pişmanlığıyla, buradan onsuz ayrıldıktan sonra… 

Yalvarmamış, ağlamamış, başı dik gitmiş olmanın anlamı neydi ki? Konuşmakta zorlanan dudakları “Mehir yapma... Lütfen bunu yapma... Beni bu şekilde yollama.”diye yalvarmıştı ona. Mehir’in uzaklaşmak için onu itmeye çalışmasıyla, ona sıkıca sarılmış, başını göğsüne yaslamıştı bu seferde…

“Hayır, Mehir, hayır …”demişti tekrar tekrar, kendini kaybetmişçesine. 

Mehir’in “Tan bırak beni, ne olur daha da zorlaştırma.” diye hıçkıran sesini duymadan, “Hayır…” Demişti sadece…

Hayır… Hayır… Hayır…

Sonunda Mehir’in hıçkırıklarla sarsılan bedeni uyandırmıştı onu. 

“Olmaz anlamıyor musun?” demişti Mehir. “ Ben daha fazla yapamam Tan, bunu sana, bana, çocuklarımıza yapamam... “ demişti.

Güçsüz elleri yana düşmüştü Tan’ın yorgun bakışları onun serbest bırakmasıyla ondan uzaklaşan Mehir’in hüzünlü bakışlarına dikmişti.

“Biz yapamıyoruz Tan… Onu kaybettiğimde, yine o ağrıyı, o boşluğu hissettiğimde, gidişini beni, bizi terk edişini hissettiğimde …” başını eğerek iki yana sallamıştı.

Derin bir nefes alarak başını kaldırmıştı yeniden. Gözlerinin surlarına takılmıştı Tan’ın ona yaklaşma çabaları, buzdan mazgallar dikmişti Mehir aralarına.

“Ya doğsaydı… O zaman ne olacaktı Tan? Aynı evde kavga etmeden bir iki ay bile yaşamayı başaramayan biz nasıl bir yuva verecektik ona? Bir gün sinirlendiğinde, bana el kaldırdığın gibi bebeğime de el kaldırıp kaldırmayacağını düşünerek nasıl yaşayacaktım ben?” demişti.

Bitmişti Tan… O an bitmişti… Sessizce geri dönüp çıkmıştı onun olduğu evden… Bir daha görmemişti Mehir’i. Sonunda sakinleşecek, sonunda konuşmak isteyecek diye beklemişti sabırla, aramamıştı Mehir. Sanki bir yıldız gibi kayıp gitmişti hayatından… Askerdeyken defalarca aramıştı onu belki bu sefer sesini duyarım diye, defalarca mektup yazmış, mail atmıştı… Cevapsız kalmıştı tüm çabaları… Ulaşamamıştı…

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin