Bölüm 10

21.6K 1K 39
                                    

Bölüm 10…

Tan, ona “Evlenelim…” demişti.

Tereddütsüz, sanki çıplak yalın bir gerçeği dile getirircesine “Evlenelim,” demişti. “Ailemsin,” demişti, “Senin ailen benim,” demişti.

Düşünmemişti Mehir, sorgulamadan, duraksamadan ona güvenmeyi, geleceğini onun elerini arasına bırakmayı seçmişti o gün. Ona güvenebileceğini biliyordu. Yıllarca güvenmemiş miydi? Ona en kızgın olduğu anlarda bile, o çevresindeki herkesi yanından uzaklaştırırken, bunu her yaptığında çılgınca ona karşı koyarken bile güvenmemiş miydi ona? Ve sonunda kendine itiraf edebildiği gibi… Nihayet Tan sadece onunken nihayet kabul edebildiği gibi aslında onu hep kendine saklamak istememiş miydi? Evlenelim dediğinde sadece bir an, kısacık tek bir an bakakalmıştı onun gözlerine. Gecenin karanlığında bile sevgiyle, güvenle parlayan, aşkla bakan gözlerine bakmıştı.

“Karım değil misin zaten?” demişti Tan gülümseyerek. Yüzünü avuçlarının içine almıştı. Heyecanını ortaya seren dokunuşlarla yüzün seven parmakların, titrek dokunuşuyla adımlamıştı yüz hatlarını.

Onu göğsüne çekmiş, içine almak istercesine sıkıca sarmış, derin nefeslerle saçlarını koklarken, “Sadece bir imza eksik Mehir,” diye fısıldamıştı. Hayatta tek istediği buymuşçasına, özlemle, aşkla…

Saçlarında nefesi dolanırken, sözcükleri, yüreğindeki yarayı kor bir demir gibi, sıcaklığıyla dağlayarak “Senin benim olduğunu, benim senin olduğumu tüm dünyaya ilan edecek küçücük bir imza… “demişti.

Nefesi kesilmişti Mehir’in. Bir anda geride kalmıştı dünya. Onunla evlenecek olmanın düşüncesi, bir anda unutturmuştu her şeyi. Evliliğin, birbirini seven iki insanın aynı evde yaşamasından ibaret olmadığını bilmiyordu Mehir. Sorumlulukları olduğunu bilmiyordu. İki inatçı karakter bir araya geldiğinde, o evin savaş alanına döneceğini; sonunda parlak güneş ışıklarıyla yıkansa da, her günün fırtına şimşeklerini getireceğini bilmiyordu henüz. Öğrenmişti ama. En zor yoldan öğrenmişti.

Yine de… Bugün tekrar aynı ana, o geceye, gözyaşlarıyla ona sığındığı o büyülü geceye dönse, arada yaşanan onca şeye rağmen, yine “Evet!”diyeceğini biliyordu.

 “Evet!” derdi.

Gelecek olan fırtınayı bilmesine rağmen, gözünü bile kırpmadan, bir an bile duraksamadan, ayrılığın kaçınılmaz olduğunu bile bile… “ Evet!” derdi. Onun teninde, ruhunda, hayatında geçireceği her saniyeyi yakalamak, içinde hapsetmek için, yeniden…defalarca… hep… hep  ”Evet !”derdi. Biliyordu.

Oturduğu yerden kalkarken derin bir nefes aldı genç kadın. Gülümsedi hafifçe. Aklı almıyordu bazen… Nasıl böylesi severdi insan? Anlayamıyordu. İçinde yaşadığı kocaman evrenin ortasında, ufacık, ürkek bir çocuk olmak gibiydi onu sevmek. Kocaman bir macera, sonsuz bir mutluluk, bilinmezlik…

Ve acı… Büyüdükçe, bedenine sığmayan sevgiyle baş edemedikçe, sevgiye yetmedikçe, ıstırap gelip vurduğunda, bir kara delik gibi tüm varlığını yutan, sonsuza dek sürgüne yollayan bir girdap gibiydi bu denli çok sevmek. Her şeyden çok sevmişti o Tan’ı. Kendinden, ailesinden, yaşamdan… Hepsinden çok sevmişti.

Vazgeçilemezdi ona aşkı. Bir bağımlılık, hastalıktı. Kanına yavaşça nüfuz eden, onu bambaşka, sanrılı bir dünyaya taşıyan, bedenine yayılıp onu esir alan bir uyuşturucuydu. Onu yiyip bitirirken, diğer yandan da, pembe, hayaller içinde, yaşamın anlamını tekrar tekrar keşfediyormuşçasına, haz dolu bir dünyada kaybolmasına sebep olan bir sarhoşluktu Tan’ı sevmek. Her geçen gün daha fazla, her geçen gün daha da çılgın bir esrikliğin içine düşerek, kendini unuturcasına yaşadığı bir hayaldi, onu sevmek.

Ondan ayrılmaya karar verdiği anda bile biliyordu onu sevmekten vazgeçmeyeceğini, onu unutmayacağını… Hayatında onun olmadığı bir an yaşamamıştı hiç. Titrek adımları onu,  yaşamında yeni bir sayfa açmaya doğru ilerletirken, kalbi, hala özlem dolu gözlerle, onu bıraktığı yere bakıyordu. Umutsuzca…

Olmamıştı işte, yetmemişti. Ufak kırgınlıklar, kavgalar, anlaşmazlıklar bir araya gelmiş, yaşamın renklerini yutmuştu ve yüreği, adı aşk olan, acı dolu bir katran rengi geceye dönmüştü.

O zaman anlamıştı Mehir, aslında beyaz olmalıydı aşk… Kırmızı, öfke olabilirdi belki; hüzün, sarı; mavi huzur; Pembe, hayal olabilirdi. Ama aşk… Aşkın içinde hepsi vardı. Acıdan, mutluluğa, sevinçten hüzne bir anda geçiyordun. Sınırların olmadığı, koca bir dünyaydı aşk. İşte bu nedenle de yaşama ulanmış ne kadar renk varsa berrak, duru bir su damlası gibi benliğine katmalı, içinden geçtikten sonra dört bir yana saçmalıydı. Hayatı gökkuşağının bin bir tonuna boyamak için, beyaz olmalıydı… Tünelin sonunda hep, hep ışık olmalıydı.

Oysa onların payına, tünelin karanlık ucu düşmüştü. Aşk, tüm heyecanına, büyüsüne rağmen, yetmemişti. Bir gün ikisinin kanının, benliğinin birleşeceği bir çocuğu düşündüğünde yetmeyeceğini anlamıştı. Çünkü onca aşka, sevgiye rağmen, Mehir, daha doğmadan bile ikisine ait bir varlığı, Tan’dan da çok sevmişti. Ve onu, her şeyden daha değerli olacak o varlığı savaş alanının ortasında düşünememişti.

Derin bir nefes aldı. Bu odada olmak onu anılarına yaklaştırıyor, ikisine ait tüm yaşanmışlıklar bir çığ gibi zihnine yükleniyor, esip geçiyordu. Hayallerin içinden zorlukla sıyrılarak kapıya, Tan’ın un ardında olduğunu bildiği soğuk, ahşap yüzeye baktı.

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin