Bölüm 20

12K 623 30
                                    

Şaşkınlıkla kalakalıyor benim kız. Aklınca annesiyle dalga geçmek için bulup çıkardığı kelimeler, gerçek adını alıp döndü ona çünkü. Beklemediği bir “Evet!” le sarsıldı küçük kızımın huzurlu dünyasının kapıları. Üstüne birde sırlar, gizemler eklendi. Benim meraklının yüreği kıpır kıpır şimdi, bilirim ben kızımı. Yine de korku da kol geziyor gönlünün sokaklarında sinsice.

Sözlerimin ne denli ciddi olduğunu anlıyor şimdi. Bir kez daha düşünmeli miyim anlatmamayı? Hayır, anlatılmalı artık. Anlatılmalı ve içinde büyüttüğü o kırgınlık dağılmalı. Evet, biliyorum sarsacak onu gerçekler. Biliyorum masallarından birini çalmış olacağım ondan. Benden daha şanslı yine de benim masallarım sevgiyi yok etmek için koparılıp alınmıştı benden. Oysa ben kaybetmiş olduğuna en fazla üzüldüğünü, geri vereceğim ona. Kızımı geri verecek bana gerçekler. Ve o annesini geri alacak. Biliyorum. Ya da aman vermez bir umutla bilmek, inanmak istiyorum ki bunun mutluluğu… Bunun mutluluğu, geri kalanların talan ettiği zihnini gün ışığına kavuşturacak yeniden.

Kızım, annesini istiyor çünkü ona ihtiyacı var. Kızımın bana ihtiyacı var ve bundan daha önemli hiçbir şey yok benim için. Yalana inanmasına izin verdiğim onca aydan sonra, ne sırlar, ne de başkalarının doğruları önemli benim için.

Dikkatle ona bakıyorum. Hasta yatağında nasılda beyaz, savunmasız görünüyor bebeğim. Nasıl anlatmam… Nasıl? O hala küçücükken bana ihtiyacı varken nasıl anlatmam, bensiz yapamaz ki o, yapamıyor işte. Bulunduğu yerden belli değil mi? Bulunduğu bu yerden? Bu soğuk, sessiz hasta odasından belli değil mi?

Yüzünde şaşkınlık, korku dolanıp duruyor önce, volta atıyor mimiklerinde sanki. Sonra, küçüğümün merakı her zamanki gibi kovalıyor geri kalanları.

“Anlat.” diyor heyecanla kısılan bir sesle.

Hafifçe doğruluyor yatağında. Gözleri iri iri açılmış bana bakıyor. Dudağının sağ köşesini yine dişlerinin arasına almış hırpalıyor, o da yetmiyor tırnaklarını katıyor işin içine. Koca kız oldu vazgeçmedi tırnak yemekten. Çıldırmamak elde değil. Kaşlarım çatılıyor, bir an elim uzanıp hafifçe vuruyor dişlerinin arasına kıstırdığı parmağına.

Bir anda sarkıyor dudağı, dişlerinin hapsinden kurtuluyor, mahcubiyet, bakışlarındaki merakın arkasından bir an başını uzatıyor. Göz kırpıyor adeta. Sonra kısılıyor gözleri hemen ardından. Öfkeyle isyan ediyor yine.

“Ya anne vurmasana elime! Çocuk muyum ben?” diyerek çatıyor bana tiz bir sesle.


“Çocuk muyum?” diye ayak direyen koca bebek farkında bile değil konuşmayı çözdüğü yaşlarından beri aynı sözler ve yükselen namelerle annesine karşı çıkmış olduğunu. Gülümsüyorum ister istemez. Oysa korkumu sakladığım bir zırhtan farklı değil o tebessüm. Ölesiye korkuyor yüreğim. Sevilmeyi yaşadım ben artık. Sevgiyi öğrendim. Bir zamanlar bana söyledikleri gibi en büyük yalan değil sevgi. Seviyorum kızımı. Sevildiğimi de biliyorum. Korkum kaybetmekten yana düşüyor içimde. Kaybetme ihtimalinin yeşerdiği topraklarda filiz veriyor o karanlık his. Kim olduğumu öğrenince, yaptıklarımı öğrenince… Sevecek mi beni yine de? Anlatmanın içine yapmış olduklarımın çeşnisi de serpilecek çünkü. O anlayacak mı dinleyeceği kadının, artık ‘Ben’ olmadığını.

Bir zamanlar, namlunun diğer ucunda duran, o, duygusuz, her şeyi geride bırakmış genç kadın değilim ben. Gözünü kırpmadan, sorgulamadan, sadece doğrusunu yaptığı söylendiği için nişan alan kadın, değilim. Anneyim ben, kocasına âşık bir eş, hayatın içinde rolü olan, seven, sevilen bir insanım artık… Taparcasına yaşadım aşkı ve gerektiğinde bebeğim için her şeyi göze aldım… Artık değiştim ben… Öylesine değiştim ki… Korkuyu illiklerimde hissedebiliyorum artık.

Titreyen ellerimle açıyorum çantamı. Ona uzatırken, aslında zaman kazanmak için bunu yaptığımın farkındayım. Önce gerçekte kim olduğumu görsün istiyorum. Daha önce kim olduğumu… Amerika’ya gitmeden önce ne olduğumu… Acı olan, anlatılmak istenmeyen kadın sonraya kalsın istiyorum.

Önce aile fotoğraflarına bakıyor. Öfkeleniyor birden, elindeki fotoğrafları hiddetle uzatıyor bana. Gözleri pırıl pırıl, solgun yüzüne inat birer mavi alev gibi parlıyor ve o alevler aramızdaki mesafeyi kat edip kordan kırbaçlarla yaralıyor yüreğimi.

"Bunlar da ne... Bunları getirdiğin için bir anda yalan söylemeni af edeceğimi mi sanıyorsun? Unutacak ve hemen kollarına mı atılacağım? Unutmam anne, unutamam, yıllarca bana söylediğin yalanları unutamam. Demek babamla ikiniz beni rüyanızda görmüştünüz öyle mi doğmadan önce, neydi o peki? Ne gerek vardı o zaman?"

Başımı sallıyorum hayal kırıklığıyla, öylesine tepkili ki bana. Bir an sonra ise fark edişin kıvılcımı, yeniden yakıyor içimdeki umut ateşini. Bir kez daha anlıyorum bana asıl kırgınlığının nedenini ve tekrar ümit etmeyi öğreniyor yüreğim.

Benim kızım olmadığına inandığı için kızgın Mehir’im. Gözlerindeki üzüntü ele veriyor onu.
O benim kızım olmayı istiyor, yine de… Belki de neler yaptığımı önemsemeyecek kadar çok istiyor.

"Konuşsana ne duruyorsun?"diye parlıyor yeniden ve beni hülyalı umut dünyasından çekip çıkarıyor hırslı sesi.

Derin bir nefes alıyorum.

"Devam et bakmaya Mehir, daha çok başındasın."

Ve devam ediyor. Arada bana öfkeli bakışlar atıyor. İnat eder gibi gözümün içine baka baka tırnağını kemirmeye başlıyor gözlerinde gizlenmiş yaramaz bir tatminle. Öyle bir hali var ki sanki pankartlarını açmış binlerle beraber protesto ediyor beni. Parmağını ağzından çekip çıkarmak isteyen ellerimi zorlukla zapt ediyorum. Bırakıyorum bana karşı olan büyük isyanının zaferini tatsın.

Fotoğrafları karıştıran elleri eskilere doğru uzanıyor yavaş yavaş . Türkiye’ ye Zâl Karahan olarak geri döndüğüm zamana geliyor. Fotoğraflarda siyah saçlı, kara gözlü bir yeni gelin var. Sinirli gözleri bir kez daha buluyor beni, defalarca gördüğü bir fotoğraf bu. Salonda kocaman bir kopyası var çünkü. Ve sonra duraksıyor. Nasıl da şaşkın bakıyor. Gözleri mekik dokuyor adeta fotoğraf ve benim aramda. Sonra bir an aralanıyor dudakları, sesi çıkmayınca, yutkunuyor, hafifçe öksürüyor hemen ardından.

“Bana bir ayna bulabilir misin?” diyor pürüzlü bir sesle, gözleri ise tümüyle fotoğrafa sabitlenmiş durumda artık.

Kaçmadan önceki fotoğrafımız bu. Çekildiği an dün gibi aklımda. Damla çekmişti. Bir anda evlendik diye karşılarına çıktığımız günün sabahı. Yine de yapılmalı diye ısrar edilen düğünümüz konuşulurken uyuyakalan 19 yaşındaki küçük kız, kocasının sıcak kollarında büzülmüş duruyor fotoğrafta. Saçlarım göğsüne dağılmış. Öyle bir an yakalamış ki Damla. Büyülü adeta. Bakarken ben bile uzaklaşıyorum gerçeklikten, birer masal kahramanına dönüşüyor fotoğraftakiler. 6 yıl boyunca, ondan uzaktayken bile, o fotoğrafa baktığımda, “Acaba…” derdim. “Bu denli aşkla bakan gözler yanıltmış olabilir mi beni?”
“Sevmiş olabilir mi ?”

Elleri, saçlarımın arasında Mirza’nın… Usulca okşuyor. Sanki resim canlanacakmış gibi… Öylesine doğal… Dizlerimi karnıma çekip, öylesine bir güvenle bırakmışım ki kendimi onun sarmalayan oları arasına. Ve Mirza, tüm masallarımın başkahramanı, öylesine bir aşkla bakıyor ki bana. Kalbimin hızlandığını hissedebiliyorum. Bugün bile, şu kapı açılıp o gözlerle baksa bana, biliyorum dünyayı unutup koşarım kollarının arasına… Biliyorum… Derin bir nefes alıp Mehir’e bakıyorum.

Şaşkınlıkla bakıyor fotoğraftaki kıza Mehir. Gözleri soran bir ifadeyle kalkıp benimkileri buluyor.
“Bu kim?” diyor. Az önce eline tutuşturduğum aynaya bakıyor sonra. Benzerliği fark etmemsi imkânsız Mehir’in. Bir eşi babasını kollarında çünkü… Yıllar öncesine ait solmuş bir fotoğrafta kendini görüyor.

“Sahra…” diyorum. “Levent eniştenin kardeşi Sahra, babanın ilk ölen eşi…”

“Nasıl?” diyor.”Nasıl bu kadar benzeyebilirim ona?”

Titreyen parmakları hızla taramaya başlıyor fotoğrafları. Steve’ in adamının çektiği onlarca fotoğrafı geziniyor aceleyle. Gözlerinin mavisini, bal rengi saçlarını altın ışıltılarını izliyor resimlerde. Hatta zoom yapılarak çekilmiş bir karede burnuma dikkat ediyor parmakları kendi burnundaki o hafif kemere gidiyor şaşkınlıkla.

“Ben…” diyorum o bakmaya devam ederken birden kaldırıyor başını, ifadesiz bir şaşkınlıkla bakıyor bana. Görmüyor sanki, hala beyninde fotoğraflar dönüp duruyor eminim.

“Ben, 19 yaşında evlendim babanla.” diyorum ona.

Dudakları şokla yuvarlanıyor ve bir anda öfkeye kesiyor yüzü. Sertleşiyor hatları, dümdüz bir çizgiye dönüyor gözleri.

“Hayır!” diyor öfkeyle.“25 yaşındaydın… “

Başımı sallıyorum ve tekrar buluyorum o fotoğrafı. Mirza’nın kolları arasında uyuyan kadını gösteriyorum… “Ben Sahra Kızılok, 19 yaşımda Sahra Soyhan oldum. Levent, enişten değil senin. O benim ağabeyim. Herkesin öldü bildiği, Mirza’nın ilk karısı benim. Biz babanla hep evliydik Mehir.” diyorum ona.

Mehirse takılmış kalmış Levent Abime nedense, ben şok edici bir gerçekten bahsediyorum o ise Levent’i soruyor bana

“Levent enişte… Dayım mı yani?” diyor şaşkın bir sesle. “Dayım… Sana benzediğimi söylerken kastettiği buydu değil mi? Arada bana, birbirinize bakışlarınız. Annenin ölümde, Dayımın o kadar üzülmesi?”

Doğrusunu söylemek isterse bozuluyorum biraz. Levent’in dayısı olmasına o kadar sevinmiş görüyor ki Mehir. Beni unutmuş görünüyor. Her dayı kelimesi ayrı bir nağmeyle çıkıyor dudaklarının arasından.

Birden duruyor gözleri daha da irileşiyor.

“Levent eniştem…” duruyor aniden, “Dayım!” diyor gülümseyerek, hanımefendinin pek bir hoşuna gitti bu fikir.

“Yani baban, Levent dayımın babası o zaman. Bahsi geçen Türk işadamı da benim dedem değil mi?”
Cevap vermeme bile olanak bırakmadan, tüm halsizliğine rağmen, kelimeleri birbirine katarak,
nefessiz kalırcasına devam ediyor konuşmaya.

“O zaman ben senin kızınım.” Diyor yerçekimi bir kez daha, kendi başına keşfetmişçesine.

Gözleri kısılıyor yeniden. Dudakları düz bir çizgi halini alıyor.

“Neden benim kızım değil dedin o zaman” diye haykırıyor aniden.

Birden yataktan fırlayacak, karşıma dikilecek sanıyorum küçük kızım. Boy avantajını da kullanarak tepemden bakacak yine. Oysa… Ne kadar yanılıyor. Benim için 180’ lik genç bir kadın değil o.Hala boyu belime gelmeyen, o hırçın yumurcak. Hiç büyümedi ki gözümde…

Ve başlıyorum anlatmaya..

“Sus!” diyorum ,”Önce sus, kesmeden dinle Mehir, bunları anlatmak ne denli zor benim için, bittiğinde anlayacaksın. Onca zaman, anı, unutmak için çabaladığım her şey. tek bir kez anlatacağım Mehir ve sen kesmeyeceksin.” Diyorum.

“Tamam.” Diyor telaşla. İstiyor ki hemen başlayayım. İnanamıyorum ona, bir kez daha uyarmalıyım biliyorum.

“O, pabuç kadar dilini ağzın içinde tutacaksın yani değil mi?” diyorum ona.

Küskün bir bakış atıyor bana, eskisi gibi… Nazlı, cilveli… Ah bu kız öldürecek beni… Neden Tan’ın bu denli kıskanç olduğunu anlayabiliyorum ona bakarken. Doğasında var bu kızın naz işve… Bana, babasına, kocasına, arkadaşlarına… Çok sevilmiş, şımartılmış küçük bir prenses hala o ..masalın tek gerçek prensesi…

Ve anlatıyorum… Uzun bir yola çıkıyorum sanki anlatırken, dağlar ovalar geçiyorum ağır adımlarla. O denli çok ki heybemde birikenler. Tükenmeyecek sanıyorum. Kimi zaman adımlarım şaşıyor, yollar arıyorum kestirme… Yine de patikalarda dövüyor ayaklarım toprağı, geçmişin dikenleri batıyor çıplak ayaklarıma.

Ürdünlü genç prensten başlıyorum anlatmaya… En başından anlatılmalı bu hikâye çünkü. Onun gözleri her kelimede biraz daha büyürken, ben içimdeki fırtınalara inat durgun bir nehir gibi akıyorum sözcüklerde… Anlatıyorum…

Yahudi bir kıza âşık olan prensi anlatıyorum... İlk ondan başlıyorum. Çünkü aşkla yoğruldu bu hikâye… Aşkla başlamalı… Sonra reddedilişini, sürgününü anlatıyorum yanaklarımdan süzülen görünmez yaşlarla.

Anlatıyorum. 2. Dünya savaşını, toplama kampların anlatıyorum ona. Düşmüş prensin ailesinin, maruz kaldığı işkenceleri anlatıyorum.

Ve kralın ölümümden sonra tahta geçen ağabeyinin, onları bulmasını anlatıyorum kızıma. Ve bu sefer reddedilenin, onları kabul etmemesini anlatıyorum. Amerika’ya göçü anlatıyorum. Ve o zamanlar daha doğmamış olan Asel’in, büyüyüp idealist bir biyolog olmasını anlatıyorum. Yurduna topraklarına hizmet sevdasını, ateşin yüreğine düşmesine geliyorum. Anlatıyorum ve ağır ağır başlangıca, kadere düşüyor adımlarım.

Anlattıkça uçurumlar açılıyor önümde. Anlattıkça yalpalıyor, düşüyorum. Kanayan dizlerime, dikenli çalılıklara sarılan ruhuma rağmen anlatıyorum. Yaşayarak… Geçmişe dönerek.

Asel’i anlatıyorum ona uzun uzun. Kokusuna doyamadığım annemi anlatıyorum. Bir masal dinler gibi dudaklarında hoş bir tebessümle dinliyor önce.. Asel’in bir sağlık kuruluşunun araştırma merkezi için orta doğuya gidişini, orada fark ettiklerini anlatıyorum.

El evsed’i anlatıyorum. O bölgede kontrolü arzulayan devletlerin, kendi elleriyle kurdukları ama sonra denetleyemedikleri, bir felakete yol açan o terör örgütünü anlatıyorum. Yaptıklarını… Saçtıkları terörü, korkuyu… Ve Asel’in aslında paravan bir merkezde biyolojik silah yapımı için çalıştığını anladığı an, Orada üst düzey bir diplomat olarak büyükelçilikte çalışan Mehir’in dedesine, nasıl ulaştığını anlatıyorum. Dedesinin istihbaratçı olduğunu öğrendiğinde gözleri heyecanla açılıyor… Ah annesinin ne olduğunu bir bilse…

Asel’in üretilmeye çalışılan virüs örneğini, dışarı çıkarabilmek için kendi damarına enjekte etmesine sıra geldiğinde “ Vayyyyy… “ diye bir nida düşüveriyor aramızdaki boşluğa.


Dur Mehir, dur kızım… Daha annenin ne olduğunu duymadın sen… Annenin ellerindeki kanı dinlemedin. Açığa çıkan kimliğin yüzünden annenin ne yapmaya mecbur olduğunu duymadın.
Susuyorum bir an…

“Anlat.” diyor fısıldayarak.”Nasıl yaşadı peki?”diyor sonra yine de dayanamayarak…

“Çünkü o toplama kamplarında…” diyorum nefesim kesilerek. Aileme, bize yapılanları söylemek zor gibi geliyor o an, her şeyden zor. Yok olan bir nesil… Genetik hastalıkların pençesinde solan, giden bir nesil… Sadece benim ve Mehir’in geride kaldığı, tarihe gömülü bir nesil… Kohenler…

“Çünkü…” diyorum sonunda Mehir’e usulca,”O toplama kamplarında yapılan çalışmalarda bir dizi genetik hastalığa sebep oldu. Bağışıklık sistemimiz tam çalışmıyor.”

“El evsedin üzerinde çalıştığı da buydu zaten. Düşürülemeyen bir ateş yüzünden yavaş yavaş vücudun tüm fonksiyonların kaybedilmesi… Asel o yüzden oradaydı zaten, sonradan fark etmiş, araştırmacı grubun çoğunda bir şekilde bağışıklık problemi varmış. Özellikle seçilmişler…”

“Kurban, denek ve araştırmacı olarak… Benim ve annemin ateşi çıkmıyordu Mehir. Ben ne kadar hastalanırsam hastalanayım ateşim çıkmıyor, çünkü ateşle meydana gelen savunma mekanizması bende yok… Asel o nedenle ölmedi. Bedeninde virüs ve bağışıklığa sebep olan maddelerle yaşamayı sürdürdü.”

“Ama sadece onlar değildi aldığı, daha önemli bazı evraklarda vardı. Ve onları hep sakladı. Hiçbir zaman emin olamadılar onda olduğundan.”diyorum bir nefes molası vermeden hemen önce.

“Bu ölümden sonra açıklanan evraklar değil mi?” Diye soruyor şaşkınlıkla. Birden gözleri ışıldıyor.

“Tabi ya… O zaman duymuştum ben El evsedi.” diyor hayretle.

Gülümsüyorum, başımı iki yana sallıyorum ister istemez. Dilini tutacak, susacaktı sözde. Bana bakıyor küskün bakışları.

“Tamam, tamam. Susuyorum.” diyor dudaklarını kıvırarak.

Devam ediyorum. Asel’in tanık korumaya alınışını, 5 yıl sonra dedesiyle evlenişini anlatıyorum...
Sesim kısılıyor bir anda, nefesim boğazımı çölün kumlu, sıcak yangısıyla geçip gidiyor.

Sıra bana geliyor çünkü.

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin