Bölüm 21

11.1K 642 33
                                    

Sıra bana geliyor sonunda… Yutkunuyorum. Nefesim sesimi kaybediyor adeta, kelimeler uçsuz bucaksız göklere yayılıyor, sır oluyor. Nasıl anlatılır, ne söylenir? Başında beklediğimiz onca zaman içimden yaptığım binlerce provaya rağmen bulamıyorum şimdi doğru sözleri. Ve meraklı kızım gittikçe sabırsızlanan bir ifadeyle takip ediyor beni. Gençliğimde takip ettiğim bir dizi geliyor aklıma. Evimden, sevgiden çok uzaklardayken aile sıcaklığını ve sevgiyi bulduğum için yakaladığım an nefessiz izlerdim diziyi. Perihan Abla… Mahallenin meraklı Melahat’ı geliyor aklıma kızıma bakarken. Aynı fıldır fıldır gözler, aynı öğrenme, her sırra vakıf olma hevesi… Oysa çok şey bilirken cehaletin ne denli büyük bir hediye olduğunu anlıyor insan. Bilmiyor kızım… Çok şey bilen annesinin dünyadan habersiz, saf, masum meleği o, hala…

“E? Bakışıp duracak mıyız böyle? Sus dedin, anlatacağım dedin, sen susuyorsun. Olmaz ki ama böyle !” diye paylıyor beni sonunda dayanamayıp.

Kolaydı ya anlatmak… Sonunda derin bir nefes alıp başlıyorum heybemdeki taşları dökmeye, olabildiğince az ayrıntıyla, olabildiğince yumuşatıp silikleştirerek. Sadece bilmesi gerektiği kadarını anlatacağım ona. Fazlası… Olmaz…

5 yaşımdayken anne ve babamın ölüşüyle başlıyorum anlatmaya. Gözlerim yaşarıyor ölümü dile dökerken. Artık gerçekten öldü annem. Kısacık çalınmış anlar haricinde kokusuna, sesine, bakışına doyamadan… Öldü…Bir kez bile sımsıcacık sarılamadan öldü hem de. Şimdi daha iyi anladığım için mi bu denli yakın hissediyorum acaba kendimi ona? Mehir’imden uzak kalmak zorunda kaldığımda neler yaşadığımı bildiğim için mi, beş yaşındaki bebeği alınıp uzaklara saklanan annemi daha iyi anlıyorum acaba? Benim birkaç ay dayanamadığımı, bir ömür yaşadı o. Torununu bir kez gördü sadece bir kez… Bir damla gözyaşı süzülüyor yanaklarımdan. Ve ben anlatıyorum.

Herkesin trafik kazası sandığı o suikastı anlatıyorum. Babamı kaybedişimizi, annemin kurtuluşunu… Ve dünyaya öldü ilan edilerek nasıl saklandığın. Üçüncü kez yeni bir hayata, sevdiklerinin hepsini kaybederek nasıl başladığını anlatıyorum. Asel Kohen’i, anneannesini ilk defa tanıyor Mehir benim sözcüklerimde. Hatırımda kaldığı kadarını, beş yaşa sığdırdığım kadarını anlatıyorum ona. Annem, benim için bir ömür yüzüme doğru eğilen gülümseyen güzel bir yüz olarak kalacak. Mehir daha fazlasını bilsin istiyorum anlatırken, nasıl güçlü olduğunu, bizlerin iyiliği için nasıl kendini sürgün ettiğini anlatıyorum.

Annem El esved’in planını açığa çıkardıktan sonra dağılmıştı örgüt. Ama hastalık için tedavi hala bulunamamıştı. Bulunmuş değildi, örgütten arta kalan dağınık grupların ellerinde örnek var mı bilinmiyordu. Ve her nasılsa sürekli değişen bir yapıya sahip olduğu için, kalıcı bağışıklık sağlayacak bir aşı da üretilemiyordu. Annem değerliydi onlar için ve o noktada Ürdün de araya girdiği için ben de değerliydim… Benim de annemle aynı hastalığı taşıdığım, hamileliği esnasında hastalığın bana da geçtiği ise gizlenmişti. Ben artık bir kozdum. Kaybedilemeyecek, elde tutulması gereken bir koz.

Derin bir nefes… Bir tane daha…

Ve küçük Sahra’nın hikâyesine geliyor sıra sonunda. Amerika’ya gidişime, abimden koparılarak götürülüşüm. Anlatırken beynimin içinde silik bir serzeniş gibi yükselmeye başlayan sesler çığlıklara dönüyor aniden. Seneler boyunca beynime kazınanlar, öğretileler dönüp duruyor beynimde…



Sevmek zayıflıktır… Sana hep en sevdiklerinle yaklaşırlar Sahra… Sevmek… Uçurumun ucunda açan çiçektir… Asla koparma…

Asla güvenme, hep sevgi kisvesi altında yaklaşırlar… Asla inanma Sahra… Güven, kapılarını düşmana açan haindir… Kapılarını kilitli tut…
Asla açma…

Her zaman tetikte ol… Yalanı tanı… Asla anlatma… Anlatmak yanındakilerin ölüm fermanıdır Sahra… Asla anlatma…

Anlatma… Anlatma…

Komik… Sevmenin en büyük güç olduğunu öğreneli o kadar çok yıl oluyor ki. Sanki iki ayrı ömür yaşamışım ben. Sahra ismine yaraşır bir çölken, Zâl, umut olmuş içimde. Güvenmenin yaşam demek olduğunu öğrendim çoktan. Ve sevdiklerimizin bizi asla unutmadıklarını, bırakmadıklarını… Nefeslerime gürültülü iç çekişlerden birini daha ekliyorum.

Yalnız geçen çocukluğumu anlatıyorum usul usul… Duraksıyorum. En zoru şimdi... Şimdi Araf… Mehirim’e sürgün kaldığım cennetimin kapısının belirsizliğe açıldığı an. O giderse cehennem eşiğinden geçeceğim, biliyorum…

“Eğitiliyordum…” diyorum Mehir’e. Sesim kendi kulaklarıma bile zar zor tutunuyor.

“Ne için? Fotoğraf eğitiminden mi bahsediyorsun?”diyor bana saf saf. Gözlerinde iyi de bunda ne var ki diyen bir bakış var. Bildiği başka bir yeteneğim yok ki benim. Bir de dil var elbette. Kaç dil konuşuyorum sahi? Kaç lehçe? Gizlice sızmak için, görevimi yerine getirmek için girdiğim kılıkların ihtiyacı olan kaç sesten maske saklı dimağımda?

Gözlerim, keskin, acı bir bakışla buluyor onun masumiyetini…

“Katil olmak için…”diyorum bir orduya meydan okuyan bir cesaretle söyledim işte sonunda söyledim.

“Ben özel bir timinin üyesiydim Mehir… Keskin nişancılardan oluşan herhangi bir ülke ya da servise bağlı olmayan özel bir ekipteydim.”

Gözleri iri iri açılıyor Mehir’in. Sanırım hayatında ilk defa söyleyecek bir şey bulamıyor kızım. Dudakları aralanıyor, kapanıyor, tekrar aralanıyor, o her daim şakıyan sesi ise yol bulup çıkamıyor dışarı.

Devam ediyorum anlatmaya… Ayrıntılar gizli elbette. Ama yüzeysel de olsa, anlatıyorum ona timi. Aslında dünyanın beklide en göz önünde olan insanlarının bulunduğu, özel eğitilerek, en büyük konser salonlarına, en çok gişe yapan film ekiplerine, araştırma merkezlerine yerleştirilen o gölge kimlikleri anlatıyorum. Biz bile bilmedik beraber çalıştıklarımızın kimler olduğunu… En yakınken, ölümü, yaşamı bir yaşamışken sırtımızı dayadıklarımızı tanımadık. Kaybedilen bir ekip arkadaşının ardından televizyonlara, gazetelere düşen bilmem hangi kazada ölen ressam, bilim adamı, manken haberlerinden anladık gerçek kimliklerini. Ya da bilmiyorum. Ben o kadın mıydım? Fotoğrafçı Zâl Kohen ne kadar gerçekti? Sahra ne kadar gerçekti? Bakıyorum da tek gerçeğim, Mirza’nın Sahrası, Mehir’in annesi olmakmış aslında…

Ve bitirdiğimde bekliyorum korkulu bir düşün içine tıkılmışçasına. Ne tepki verecek Mehir? Artık öğrendi, biliyor… Sadece bakıyor bana donmuş gözlerle. Sonra, sonra anlıyorum ki bu dünya hala hayreti ve şaşkınlığı barındırıyor benim için. En bildik sandıklarım en beklenmediği barındırabiliyor.

Öfke, iğrenme hatta nefret görmekten korktuğum gözler hayranlıkla büyüyor birden.

“Vayyyy… Vay be. Benim annem bir casus yani. Ciddi ciddi, casus… Bildiğin casus, Nikita gibi…” diyor aniden.

“İnanamıyorum ya, inanamıyorum. Bir filmin içine düşmüş gibiyim resmen. “diyor sonra, başını arkaya atıyor kahkahası dudaklarından taşarken. Öylesine heyecanlı ki...

Öylesi bir hayranlık parlıyor ki gözlerinin içinde. Onu ben doğurdum. Aylarca içimde, kalbime en yakın yerde taşıdım, kaybetmemek için aylarca yatağa bağlı kaldım. Hastalandığında günlerce başında sabahladım, üzgünken aç kaldım… Canı yanarken onunla acı çektim. Onun için dünyaya karşı geldim. Onun için kaçtığıma geri döndüm. Onun için… Hep onun için…

Ve... Benim kızım ne yazık ki 3 yaşından beri bu denli hayranlıkla bakmamıştı bana. Ne sabah onu için sabahın kör vakti hazırladığım kahvaltıyı atıştırırken, ne ütülü çamaşırlarını dolabına astığımda, ne o ders çalışırken kahve, çay tabak tabak çerez, meyve taşıdığımda... Ah ah… Ama kısacık bir an sonra bu anın hüznünü arayacağımı fark ediyorum.

Duruyor, ”Bir dakika!” diyor aniden.

Bense bir boşluktayım ona bakarken. Anlamsız, düşüncelere yer olmayan bir boşluk. Ne düşüneceğimi şaşırdığım, sözsüz, sessiz kaldığım bir boşluk. Mehir’ se Ağustos böceği gibi cır cır konuşuyor hala.

“O zaman, babam başkasını hiç sevmedi. Başkasıyla evlenmedi hiç. Babamın ilk eşi sendin, senin ilk eşinde oydu.”

Duruyor ve nihayet beklenen tepki beliriyor gözlerinde. Nasıl bir kızgınlık, nasıl bir öfke! Ateş saçıyor gözleri adeta. Alev alev akıyor bakışlarından düştüğü yeri yakarak ilerliyor yüreğime. Bir hançer gibi acımasızca delik deşik ediyor beni. Dayanamıyorum bakmaya bir damla gözyaşı süzülürken kapanıyor gözlerim.

“Sen… Sen…” diyor öfkeli sesi haykırarak. “BUNU NASIL YAPTIN? SÖYLE NASIL YAPTIN?”

Kapının ardından Mirza’nın telaşlı sesi geliyor.

“İzin ver Tan, bunu bizim halletmemiz lazım.” Dediğini duyuyorum. Tan’ın cevaplarını duyamıyorum. Ama savrulan kapıdan içeri girerken kapıyı ardından kapatıyor hemen kahramanım. Yine beni kurtarmaya gelmiş, belli. Dolu gözlerim, onu buluyor hüzünle.
Ve Mehir’in ağlamaklı sesi çarpıyor yine kulaklarıma.

“S…s..sen onu hep, hep sevmişsin, iki kez onunla evlenmişsin. Ama…ama o seni aldatmış! G…gitmiş…” parmağını sallıyor bana hırsla, bense hala ne demeye çalıştığını anlamış değilim. “Gitmiş başkasıyla evlenmiş düşünebiliyor musun?” diyor sesi.

Başkasıyla mı evlenmiş? Kızdığı bu mu yani? Bakışlarındaki onca nefretin sebebi... Şaşkınlıkla ona dönüyorum, küskün, kızgın bakışları karşılıyor beni. Dudakları sarkmış, kollarını göğsünde bağlamış, kısılmış gözleriyle kınıyor beni hala. Gözlerim Mirza’yı buluyor bu kez. Onun da bakışları şaşkın. Ne oluyor, dercesine bana bakıyor. Gülümsüyorum bir an. Güven, işte bu güven… Ona bile anlatamayacağımı bildiği şeyler konuşuluyor içeri de ve Mehir seni aldattı diyor… Mirza, bir an bile şüphe etmiyor bundan, sormuyor, bakışlarına bile düşmemiş sorunun gölgesi. Güveniyor bana. Sorgusuz, sualsiz. “Ben de anlamadım.” dercesine kaşlarımı kaldırıyorum bir an için. Omuz silkiyor hafifçe. “Mehir.” demek istiyor, anlıyorum. “Mehir bu, altından her şey çıkabilir.”

Sakince dönüyor kızına. “Ne oldu ay parçam? Sakinleş, öyle anlat olmaz mı kızım.” Diyor ılımlı bir sesle. Kaşlarını çatıyor hemen ardından. Hafif sitemli bir kınama geliyor bakışlarından kızımıza.

“Bak tüm hastaneye gitti sesin. Tan neredeyse ne oluyor diye kapıyı kıracaktı. Zor tuttum. “ diyor yarı bal şeker, yarı sert…

“Aldatmış!” diyor Mehir. Ağlıyor artık. Hem de içini çeke çeke mahzun bakışlarla ağlıyor. İçim gidiyor ona bakarken. “Sanki bilmiyorsun …” diyerek babaya saldırıyor bu sefer de, Mirzada alıyor payını.

“Gitmiş, o…O Kohen mi ne, işte o prens zımbırtısıyla... Evlenmiş. Hala seninle evliyken nasıl evlenir ya onunla? “

Ben ağzım açık kalmış vaziyette ona bakakalırken, Mirza gülerek yanına oturuyor ağlayan kızının, başını göğsüne çekip saçlarını okşuyor, kokusunu içine çekiyor. Bense ovanın ortasında kalmış yalnız izliyorum onları. Bana dönüyor ıslak öfkesi bakışlarımı buluyor.


“Hiç hiç affetmeyeceğim seni.” Diyor.

Hala anlamış değilim neyi affetmediğini , ne olduğunu.Daha da önemlisi Mirza’yı nasıl aldattığımı. Kahramanım yardımıma koşuyor yine.

“Kızım, annenin kuzeniydi o, ailede sağ kalan sadece annen kaldığı için deden mirasını bırakabilmek için evlendirdi onları.Aldatma yok. Annen aldatmaz bizi. “ diye açıklıyor Mehir’e…Ve bana elbette.

Mehir duraksıyor, ölçüyor tartıyor, hemen yenilmeyecek ya…Ama kaçışı yok. Yanlış anlamış olmanın mahcubiyetiyle kırmızıya kesiyor hafifçe yana çekiliyor elini uzatıyor bana.

“Ben, ben… Yanlış…” derken özrünü, açıklamalarını kesip yanına ulaşıp sıkıca sarılıyorum ona “Annem…” diyor kızımın sesi hasretle ve aynı anda dışarıdan sesler yükseliyor yine.

Gecem’in “Tan , dur oğlum …” diye yalvardığını duyuyorum, kapının açılmasıyla aynı anda.Bir fırtına bulutu gibi dalıyor içeriye Tan. Bir an Mehir’le göz göze geliyorlar.

“Mehir…” diye fısıldıyor Tan’ın sesi.

Tanıyorum bu sesi ben. Bu hasreti, bu aşkı, bu ateşi tanıyorum.Aşkı tanıyorum…

Mehir ikimizi birden bırakıp kollarını uzatıyor Tan’a. “Yandığımız an bu an işte, bunlar şimdi öpüşmeye kalkacak ve Mirza delirecek.” diye düşünmeye kalmadan Mirza’nın imalı öksürük sesi getiriyor iki düşüncesizi kendine. Mehir kıpkırmızı kesiliyor, bakışları kucağına inerken, parmakları kendine mukayyet olmaya çalışır gibi birbirine karışıyor anında.

Tan…Tan, desen daha beter halde. Öyle bir bakışı var ki, şaşkın, elleri havada kalmış. Bir an ne yapacağını şaşırmış gibi kalıyor , sonra hızla cebine sokuyor ne yapacağını bilemediği ellerini. Sonra birden geri çıkarıyor saygısızlık etmemiş olmak için. Ayakları bilinmedik bir dansın adımlarında sanki, ne ileri ne geri…

Dudaklarımı ısırıyorum gülmemek için. Mirza yeterince gergin zaten. Barış çubukları kenara atılmış durumda. O kadar da geniş değil Mirza, ben öfkeyle “Hayır!” derken, “Bu aşk…” diyen oydu belki, ama… Sonuçta Mehir onun biricik prensesi.Göz göre göre tahtından edilmeyi kaldıramaz evimin kralı. Mehir’in arkasından elimi uzatıp, koluna dokunuyorum Mirza’nın. İsteksizce kalkıyor yerinden, ama gözleri hala Tan’da.

Bana bakıyor Tan, “Hadi!” dercesine yana eğiyorum hafifçe başımı.Uçarak varıyor Mehir’in yanına Tan. Kollarına almasıyla Mehir’in kendini onun göğsüne bırakması bir oluyor. Az önce Mirza’nın olduğu yerde, konumda şimdi Tan.

“Hadi sevgilim…” diyorum.

Dişlerinin arasından “İyiyim ben böyle.” Diyor öfkeyle. Ah sevgilim… Kocası o artık, odasının kapısında nöbet mi tutacaksın bundan böyle sevgili kızına dokunmasın diye?

“Mirza!” diyerek koluna yapışıyorum, homurdanmalarına aldırmadan çıkarıyorum onu dışarı.

Bir an Tan’ın “Mehir’im dediğini duyuyoruz, olduğu yerde donakalıyor Mirza, hüzün dolu gözlerle dönüp bakıyor geriye. Mehir yakasına yapışmış Tan’ın mırıl mırıl bir şeyler söylüyor. Öylesine güzel bir tablo ki gözlerimin önünde ki. İki genç, aşık vücut nasıl da tutunmuş birbirine. Mirza iç çekince dönüp bakıyorum, dolmuş gözleri.Belli ki gözyaşlarıyla savaşıyor kocam, aşkım, hayatım… Kapıyı kapatıp çıkınca bana dönüyor.

“Başkasının Mehir’i mi oldu şimdi, Sahra’m?” diyor bana.

Gülümsüyorum “O hala bizim küçük Mehir’imiz, kızımız Mirza.” diyorum derin bir nefes alarak.

Gecem ve Aktan hemen birkaç adım ilerimizde bize bakıyorlar. Mehir ve Tan çekip gittiğinden beri limoni araları. Aktan’a soğuk bir selam verirken, Gecem’e gülümsüyor hafifçe, yine bana dönüyor.

“Evimin kadınlarını ilk gelinlikleriyle görmek, hiç nasip olmayacak sanırım bana.” diyor hüzünle. Hala aklında geride bıraktığım o gelinlik. Hiç giyilmeyen, unutulmayan…

Aktan “Üzme kendini dünür.” Diyor patavatsız. “Bizim evdeki size de bize de yetecek kadar gelinlik giydi.” Diyor Gecem’e muzip bir bakış atarak.

Gecem ve Mirza’nın sesleri aynı anda yükseliyor.

“Aktan!!!”

Mirza öfkeli hala, kızgın bakışlarla bakıyor karşısındakine. Biz Gecem’le göz göze geliyoruz.Gergin o da. Aktan… Onunsa dünya umurunda değil sanki. Hala aynı keyifli gülümseme var yüzünde.

“Tamam be dünür.” diyor yine gülerek.”Olan olmuş kızsak,küssek ne olacak.” Diyor sonra.

“Kızım o benim, küçücük güzel kızım. Kusura bakma ama o kadar rahat olamıyorum!” diyor.

“E işte Tan ‘da benim oğlum Mirza.” Diyor Aktan. “Babasının oğlu bulmuş güzelim kızı kaçırmamış tabi…” hafifçe göz kırpıyor öfkeyle ona bakan Gecem’e.

İlk kim gülmeye başlıyor bilmiyorum.Sanırım Gecem dayanamıyor sonunda. Ama hastanenin kafeteryasına giderken iki dünür kim kimin oğlu, kim kimin kızı hararetle tartışmaya devam ediyor. Bir ara Aktan’ın sesi duyuluyor yine.

“Eee, artık kız da bizim, oğlan da bizim Mirza Bey.” diyor keyifle.

Gecem ve ben…Göz göze yine… Gülümsüyoruz iki koca bebeğin tartışmasına.

Hiç değişmeyecek sanırım Aktan, ilk tanıdığımızda neyse o.Mirza, Gecem. Büyüdük, olgunlaştık ama içimiz aynı kaldı işte. O yüzden güveniyorum çocuklarımıza. Mehir’in aksi, şımarık doğasına, Tan’ın gözlerinin ardında parlayan o korkunç öfkesine rağmen, eninde sonunda yollarını bulacaklar. Aşkla pişen, aşkla doğan, aşkla nefes alan anne babaların çocukları onlar. Gençliklerine rağmen eminim bulacaklar yollarını. Eminim.

Şimdi bir kez daha yeni bir hayat başlıyor benim için. Mehir’ i rahat bırakmalarının diyeti bu. Artık biliyorlar, biz yetişmeden gitmiş onlara kan örnekleri. Kızım olduğu biliniyor. Ailemi reddeden, süren o ülkeyi kabul ettim. Tüm gururumuzu ayaklar altına alma pahasına onların koruması altına girdim. Artık onlarda yıllar öncesinin kara lekesini silebilecekler üzerlerinden. Prenses Zâl’im artık. Reddettiğim unvanımı taşımak zorundayım. Dedemin son isteğine karşı geldim. Ama biliyorum ki bugün yaşasaydı benim yerime giden olurdu. Biliyorum…

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin