Bölüm 16

15K 753 39
                                    

bölüm 16
Derin bir nefes aldı Tan.” İzin ver ,”. Demek, izin istiyordu küçük kadını. İzin isterken bile nasıl da tedirgin bir hali vardı Mehir’in. Öylesine savunmasız, öylesine diken üstünde…Korku dolu… Nasıl görememişti şimdiye kadar? Karların arasından inatla kendini göstermeye çalışan nazlı bir gelincik gibiydi Mehir. Ilıman bahar rüzgârı vurduğu an kaldıracaktı başını. Kızılyapraklarıyla güneşe meydan okuyacaktı, güzelliğiyle dünyasını dolduracaktı. Oysa yıkıcı bir kışın acımasız tipileri gibi girmişti hayatına Tan, esip toprağın en derinlerine gömmüştü onu. Korumak, kollamak isterken benliğini saklamasına, gizlenmesine sebep olmuştu, fark etmeden. Bakışlarının ardındaki o dillenmemiş gizler, değdiği yerden yakarak sızdı tenine, dağladı yüreğini. O sırları yeni fark ediyor olmanın yakısı geldi ayrılmaz bir hırsla yapıştı kalbinin orta yerine. Mehir’in dilinden dökülen tüm sözcükler, birer gülle gibi duvarlarını sarsan cümlelere dönerek, sesiyle birleşip içindeki tüm taşları yerinden oynatan, geçmişlerine bambaşka bir bakış açısıyla bakmasına neden olan depremlerle ruhunu yıkarken ürperdi genç adam.

Hafifçe arkasına yaslandı, delici bakışlarını Mehir'in gözlerine dikti. İşte oradaydı aradığı o suçlu, beklenti dolu, olur da hayır derse ne yapacağını, ne söyleyeceğini, muhtemelen zaten verilmiş bir karar için nasıl yeni baştan ısrar edebileceğini tartan, araştıran bakış. Tan’ın vereceği tepkiden korkan, tekrar kendini kaybettiği o panik anına düşme ihtimalinin dehşetiyle titreyen o bakış… Tan’ı yeniden, defalarca kendisine lanet ettiren, Mehir’ e ne yaptığını kendi elleriyle onu kaybetmeyi nasıl başardığını anlatan o bakış…

"Mehir." dedi kısık, tok bir sesle.

“Muhtemelen…”diye dalga geçti kendi kendiyle beyninin uyamaya başlayan sessiz kıvrımları. Adı gibi bilmiyor muydu tercihin yapılmış olduğunu? Dudaklarının köşelerine, teslim olmuş bir tebessüm yerleşti çaresizce.

"Ne zaman yaptın tercihini?"diye sordu sıcak olması için uğraştığı bir sesle.

“Tercihini yaptın mı? “diye sorma ihtiyacı bile hissetmemişti Tan. Biliyordu çünkü. Çoktan yapılmıştı o tercih. Ve sevgili, işgüzar karısı şimdi söylüyordu ona. Hayır diyemeyeceği noktada… Artık geri dönüşün olmadığı, Mehir’in istediğini yapmasını garantilediği noktada… Ve izin istiyordu yine de. İstediği cevabı alamazsa bile ona ulaşmak için ısrar edeceğini bile bile izin istiyordu karşısına geçerek…

Mehir’ in gözlerinin irice açılması, bir anda kıpkırmızı olmasıyla sabırsızca "Mehiiiiir..." diye yineledi sorusunu.

Genç kız başını önüne eğip parmaklarıyla oynamaya başlamıştı bile çoktan. Dudaklarını kemirirken sevimli, suçlu bir çocuk gibi duruyordu karşısında. Oysa suçlu değildi ki Mehir, hayaline ulaşmak için çabalamıştı o. Neden suçlu hissediyordu öyleyse?

”Lanet olsun…” Onu yüzünden böyleydi elbette. Pişmanlık… Bir kez daha…

"Yola çıkmadan hemen önce." dedi fısıltılı, belli belirsiz bir sesi.

Kirpiklerinin arasından tepkisini kontrol etmek için çaktırmadan bakarken Tan’a yakalanınca biraz daha alalandı yanakları. Bakışları hızla geri döndü önüne. Bir saniye geçmeden meraklı bakışları yeniden onu bulduğunda gülümsedi Tan. Eskiden, biraz daha kızarmasının mümkün olamayacağına inanırdı. Oysa en ufak bir şeyde, bir dokunuşta, kulağına fısıldanan bir sözcükte koyu kırmızıya bulanan yüzünün daha, daha, çok daha fazla kızarabileceğini tecrübe etmişti geçen zaman içinde…

"Mehir."dedi Tan çenesine uzanarak.

İşaret parmağı ve başparmağını arasına aldığı ufak çeneyi kendine çevirdi sonra.

"Söylesene, ben ne yapacağım seninle?" diye sordu gülümseyerek.

Mehir, eline uzanarak tedirgin bir fısıltıyla, ”Kızmadın değil mi Tan?” diye sorduktan sonra gözleri yaşararak “Kızma… N-ne olur…”dediğinde pişmanlık vahşi bir hayvan gibi tırmaladı göğsünü. Nefesi kesildi bir anda. Ona bu soruyu sorduran olaylar dizisi gözlerinin önünde geçerken, soluklarının her biri dikenli teller parçalayarak indi ciğerlerine.

“Kızmadım.” Dedi zorlukla. Yutkundu acıyla. “ Kızmadım Mehir.” Yüzünü avuçlarının içine aldı hızla atılarak. Alnını onunkine dayarken bir damla gözyaşı içinde kaynayan hatalarından doğma kara gölden, gözlerine bir yol bularak süzüldü yanaklarına doğru. Sıkıca kapadı gözlerini.

“Seni mutlu edeceğini bildiğim bir şeye nasıl kızarım? Seni o kadar üzdükten sonra, sen, kendin, mutlu olmak için bir yol ararken, nasıl önünde dururum Mehir.”dedi boğuk bir sesiyle onu gömdüğü karlı yığının üstünden bir avuç hata alarak.

Daha önce defalarca benzer durumlarda önünde durduğunu unutamazdı Tan. İlk kavgaları da öyle olmamış mıydı zaten?

Daha evlenmelerinin üzerinden 3-4 ay geçmişti. Mirza’nın karşısına dikilip “Ben karıma bakmanın bir yolunu bulurum.” demesinin üzerinden 3-4 aylık bir vakit geçmişti. Mehir’in Sahra’ya “Annem değilsin, duydum, biliyorum, dinledim sizi, kandırdınız siz beni… Hamileliğinle ilgili onca hikâyeyi neden anlattın bana, nasıl yıllarca yalan söyledin ?” diyerek haykırmasının, “Benim ailem Tan artık…” demesinin üzerinden çok az bir zaman geçmişti henüz.

Evlendikten hemen sonra taşınmıştı yeni evliler, Beşiktaş’ taki evin Tan’ın maaşını aşan kirasıyla başa çıkamayacaklarını biliyordu ikisi de.

“Taşınmalıyız…” dediğinde gülümsemişti Mehir. “Neden?” dememişti, karşı çıkmamıştı.

“Nasıl istersen…” demişti sormadan, sorgulamadan.

Zemin kattaki iki odalı evlerini ilk gördüğünde evin harabe haline rağmen gülümsemişti yine de.

“Bizim burası, sadece bizim, değil mi Tan?” demişti içten bir mutlulukla.

Neşeyle kutu kadar dairenin içinde dolanarak “Burası harika olacak Tan, inan bana, şimdi boş olduğu için böyle duruyor.” demişti umutla, onu teselli etmek istercesine.

Neşeli bir muhabbet kuşu gibi saatlerce evi nasıl döşeyeceğini anlatmıştı ona hayal dolu bir sesle. Oysa ona dokunduğu an, yuva, Mehir olmuştu Tan için.

Ailelerin yardımını istememişti ikisi de, evliliklerine hata gözüyle bakan aileleri geride kalmıştı onlar için. Kimse giremeyecekti aralarına. Kırgındı genç çift. Haklılık, haksızlık düşünemeyecek kadar, aileleri silip atmanın mümkün olamayacağını düşünemeyecek kadar kızgındı.

Ankara’dan uçarcasına İstanbul’a geldiklerinde, evli bulmuşlardı onları ve kelimenin tam anlamıyla delirmişlerdi. Gecem’in elini göğsüne götürerek dehşet içinde “Hayır… Hayır…” diye fısıldamasını, Sahra’nın öfkeyle “Ne yaptınız siz?” diye haykırmasını unutamıyordu ikisi de. Mirza’nın ”Kızıma nasıl bakacaksın?” derken yüzünde beliren o öfke gözlerinin önündeydi henüz, Aktan’ın “Sen idare etmek hakkında ne bilirsin Tan, kolay mı sanıyorsun, evliliği oyun mu sanıyorsun?” derkenki sert ses tonu kulaklarında çınlıyordu ikisinin de…

Başaracaktı Tan, çok çalışacaktı. Yağız, ısrarla onunla birlikte çalışması için onu çağırsa da, Tan, babasının yakın bir arkadaşının şirketine girmek istemiyordu. Üstelik de o, Aktan, söz konusu şirkete danışmanlık yaparken bu mümkün değildi Tan için. Kendisi başaracaktı hepsini, sonunda yanıldıklarını anlayacaktı aileleri. Destek olacaklarına, anlamaya çalışacaklarına öfkelenmelerini affedemiyordu Tan. Varsın hayatlarından çıkmış olsunlar, birbirlerine sahip oldukları sürece daha önemli ne vardı zaten. Akşam eve gittiğinde onu Mehir karşıladıktan sonra hayattan başka ne isteyebilirdi ki? Zamanla Mehir’in gözlerinde beliren o hüzünde kaybolacaktı, haberlerde, ya da gazete de ailelerden biriyle ilgili bir habere denk geldiklerinde gözleri dolmamaya başlayacaktı bir süre sonra.

Yine de…

Mehir’den saklamak için gayret etse de, tüm dikkatine rağmen birikiyordu faturalar. Telefonunu Mehir’ i aramak dışında kullanmaz olmuştu. Bireysel hiçbir harcama yapmıyordu neredeyse ve Mehir bir şey istediğinde “Şimdi olmaz.”derken hissettiği yenilmişlik zorluyordu onu kimi zaman.

”Ona gücümüz yetmez.”demek ağır geliyordu Tan’a.

Hayatı boyunca maddi sıkıntı çekmemişlerdi ki. Kendisi erkekti, başa çıkabilirdi ne yapar eder idaresini bilirdi, kendinden esirgeyebilirdi eskiden elzem olan, şimdi lüks gelen şeyleri.

Ama Mehir… O, öylesine narindi ki… Öylesine küçük. Daha 19 yaşındaydı karısı. Kendi öğrenciliğini hatırlıyordu, ne kadar rahat olduğunu, nasıl har vurup harman savurduğunu. Şimdi Mehir’ e maddi sıkıntılardan bahsetmek, “İdareli ol, dikkat et.” demek zor geliyordu ona. Bir de hassastı prensesinin bünyesi. Annesinin, babasının o hastalanacak diye nasıl içlerinin gittiğini hatırlıyordu. Hoş onu hasta görmemişti o güne kadar, ama Sahra’nın nasıl sarıp sarmalayarak okula gönderdiğini nasıl unuturdu ki. Nazlı yetişmişti Mehir’ i. Kırmak, üzmek, kendi kendine boğuştuğu sıkıntılarla karşı karşıya bırakmak istemiyordu onu.

Geceleri, düşünmekten uykusu kaçtığında onu izlerdi saatlerce. Çıplak teninin yorgana sarınmış görüntüsüne doymaya çalışırdı, bunun bir rüya olduğu, ertesi gün uyandığında onu kaybedeceği korkusuyla. Yastığa dağılan saçlarının her teli dünyaya bedeldi karısının, nasıl zora sokardı onu?

Faturalar biriktikçe, onu hayal kırıklığına uğratma korkusu yerleşiyordu yüreğine. Her şeye rağmen onca yılın umutsuz beklentisinden sonra ona sahip olmak, tümüyle sahip olmak, her şeye değiyordu işte.Tüm olumsuzlukların dışarıda kaldığı bir cennetin içinde yaşıyordu Mehir’in çekim alanı içinde. Ve duvardaki çatlaklar sorunların soğuk rüzgârlarını cennetlerine almadan önce fark edememişti aslında yok saydıkları sorunların nasıl bir çığ gibi kapılarında belirdiğini.

Bir akşam eve geldiğinde kapı huzura açılmıştı yine. Daha içeri girer girmez Mehir, beline sarılıp göğsüne yaslamıştı başını. Aradan geçen aylara rağmen bu güzel karşılamanın mutluluğuna alışamamıştı hala genç adam. Her seferinde heyecanla sarsılırdı yüreği, Mehir “Seni özledim…”diyerek kollarına atıldığında, her seferinde aylardır görüşmemişler gibi sıcağına sığındığında. Kaç gece kapıdan yatağa taşınmıştı böyle. Hatta kaç gece, daha kapıda tenlerinin birbirine sabırsızca dolanmasıyla başlamıştı. Yeni çıkmış olurdu banyodan Mehir. Hafif nemli saçlarında dudaklarını gezdirirken, derin soluklarda kokusunu çekerdi ciğerlerine. Doymazdı yine de. Hala da doymamıştı ya bu kokuya… Bazen yıllar geçmiş olmasına rağmen hala özlerdi o zamanlar kullandığı şampuanın kokusunu. Yıllar geçip her şey düzeldikten sonra bile geçmiş, hala aynı ucuz şampuanın tatlı, şekerimsi kokusuyla hatırlanırdı zihninde.

Sonrasının, başlangıç olduğunu artık fark ettiği o gecede de öyle açılmıştı kendilerine ait o özel, gizli dünyanın kapıları. Nasıl özlemle sarılmıştı ona. Delicesine bir hasretle almıştı onu kollarına. Sonraları o geceyi düşünürken acaba içime mi doğdu diye düşünmüştü defalarca. Askeri hastanedeki Psikiyatri uzmanı “Sıkıntıların ne zaman başladığını düşünüyorsun?” diye sorduğunda aklına gelen ilk anı olmuştu o gece. Gerisinin bir çığ gibi dökülmesine sebep olan ilk kapı olmuştu o anıyı hatırlaması.

Mehir’in heyecanla “Konuşmamız lazım, dur…” demesine aldırmadan kaçırırcasına sürüklemişti onu odalarına. Ve saatler sonra gülüşerek, çoktan soğumuş olan yemeklerini yemeye çalışırken Mehir’in cıvıl cıvıl gününü anlatmasını dinlemişti.

“Siyah Teyze’nin kızı Duru abla var ya, ona uğradım bugün…” diyerek girmişti Mehir konuya.
Heyecanla, Tan’ın gittikçe kararan ifadesini fark etmeden, gözleri parlayarak anlatmıştı konuştuklarını.

“İstanbul’da bir dans okulu açacakmış Tan. Tapas gibi bir yer, dans kafe olacak yani. Ne güzeldi değil mi o günler?” diye sormuştu sormasına ya, kesintisiz devam etmişti cevabını bile beklemeden masayı toplarken.

“Dedi ki kısa sürede eğitmen olabilir mişim ben de. Zaten senelerce dans kursuna gittin dedi bana. Onunla çalışmak isteyip istemediğimi sordu. Harika değil mi Tan? İyi olmaz mı sence de? Hem ben de biraz yardımcı olmuş olurum masraflara, zaten akşamları haftada 3 gün. Okulumu da engellemeyecek.”dediğinde artık sessiz kalamamıştı Tan.

“Söz konusu bile olamaz .”demişti sert, keskin bir sesle.

En çok neyin kızdırdığını sorsalar şimdi bile cevap veremezdi bu soruya. Bilmiyordu. Çalışmayı düşünmesine mi, yoksa bu işin bir dans kursu olmasına mı? Gözünün önünde Mehir’in bir figürü gösterirken bir başkasına, bir başka erkeğe dokunduğu binlerce görüntü uçuşmaya başlamıştı kızıl bir öfkenin içinde yüzen yansımalar gibi…

Mehir aniden dönerek hayal kırıklığıyla “Ama… Ama neden?” diye haykırdığında “Konu kapandı Mehir, olmaz …” diyerek kestirip atmaya çalışmıştı konuyu.

Deva etmişti Mehir. Gittikçe yükselen, hırçınlaşan bir ses tonuyla diklenmişti ona evlendiklerinden beri ilk defa.

“Ben kabul ettim bile Tan.” Demişti çocukça bir inatla.

“Hem sen neden kızıyorsun şimdi bana? Sadece senin çalışmanla olmuyor işte, hem zevk aldığım bir şeyi yapıyor olacağım.”diyerek elindekini bırakıp, karşısındaki sandalyeye oturmuştu hızla.

“Ne demek kabul ettim?” diye bağırarak sinirle masaya vurmuştu Tan.

Birden çıldırmıştı. Aniden yerinden fırlarken öfke çoktan ele geçirmişti bedenini. Mutfakta volta atarken, bir yandan da derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalışmıştı genç adam, başaramamıştı yine de. Sonunda oturduğu yerde onun ilk defa kendisine yönelen aşırı öfkesinin karşısında büzülmüş duran, şaşkın, korkmuş gözlerle ona bakan Mehir' e döndüğünde diline, öfkesine hükmü kalmamıştı artık.

"O zaman neden soruyorsun bana Mehir!" diye haykırmıştı onun daha da gerilemesine aldırmadan.

"Kendi kendine her şeyi halletmişsin zaten. Neden peki? Bu kadar mı dayanabildin Mehir? Sana bakamayacağımdan mı korktun? Aç değiliz, açıkta değiliz, biraz sabredemedin mi? Söylesene bana Mehir? Sabredemedin mi? Ne lazımdı? Ne istiyorsan, söylesen alırdım Mehir, istemen yeterdi. Sadece istemen yeterdi."

Bir an duraksamıştı olduğu yerde. Sadece bir an."Lanet olsun ." diye bağırdıktan sonra kapıyı vurup evden çıkarken geride hıçkırarak ağlayan karısını bıraktığını düşünememişti bile. Sadece öfkesi vardı elinde çünkü öfkesi ve aşağılanmışlığı.

Evden çıkıp Yağız’a gitmişti o öfkeyle, kalıp daha fazla kırmak incitmek istememişti onu. Oysa aslında zaten yapacağını yapmış olduğunu düşünmemişti bile.

“Anlamıyor Yağız, anlamıyor, nasıl hem okuyup hem çalışacak, kolay sanıyor her şeyi …” demişti hala öfkesi sesinde harlanırken.

“Yorulmasın istiyorum sadece, o bunalmasın diye tüm bu açmazdan uzak tutmaya çalışıyorum onu. Onun yaptığına bak Yiğit, ne demek senin çalışman yetmiyor. Part time ek iş bulurdum.” Derken öfke yerini incinmişliğe bırakmıştı artık. Başını kaldırarak kıpkırmızı olmuş gözleriyle sesini çıkarmadan onu dinlemeye devam eden Yağız’a bakmıştı sonra.

“Lanet olsun, öğrenci o daha Yağız.” Diye fısıldamıştı. “Hem de dans eğitmeni olarak, kafede çalışacak düşünebiliyor musun?” diye eklemişti hemen ardından. “Kafede,” derken tükürürcesine çıkmıştı kelimeler dudaklarından. Annesinin, babasının, Mehir’in ailesinin duyduklarında ne düşüneceğinin sıkıntısı düşmüştü yüreğine hemen ardından.

“Bakamadı işte kızımıza.”

Bir senfoninin parçaları gibi hayali Mirza’lar, Sahra’lar defalarca yinelemişti sözcükleri beyninde.

“Bakamadı, başaramadı…”

Durgun, öfkeli bakışları karşı duvara sabitlenmişken masanın üstündeki biraya uzanan eli Yağız tarafından engellenmişti sonunda.

“Onu nereye bıraktın peki?” diye sorduğunda donakalmıştı Tan.

“Evde, evde o, kapıyı çarpıp çıktım…” derken gittikçe ne yaptığını fark ederek kısılan sesinden dökülen kelimeler, yabancı, iğreti gelmişti genç adama.

“Sen onu evde yalnız bırakıp çıktın öyle mi Tan? “ demişti Yiğit sert bir sesle.

“Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun…” diye fısıldamıştı aklı başına gelirken defalarca. Ona inanamayan gözlerle bakan Yağız’a dikmişti bakışlarını.

Saatlerdir onun öfkeyle bağırıp çağırmasını, öfkesini akıtıp sakinleşmesini beklemişti genç adam. Yıllardır her haline şahit olduğu arkadaşının huyunu biliyordu çünkü. Öfkeliyken yoluna çıkılmazdı Tan’ın, ne zaman ki zehrini akıtana kadar konuşacak, tükenecek, o zaman dinlemeye, anlamaya, düşünmeye hazır olurdu Tan.

“Tamam, haklısın. Hakikaten de sana sormadan hareket etmesi yanlış.”demişti sonra nispeten sakin bir sesle.

“Ama evde nasıl yalnız bırakırsın onu Tan? Hem de o semtte, bu saatte. Oğlum kusura bakma da. Maddiyatı bıraktım hadi, hoş beraber çalışalım dedik dinlemedin inat ettin o ayrı mesele, ama öfkeyle kalkıp insan karısını da yalnız bırakıp çıkar mı ya? Biz miyiz o? Allah bilir ne haldedir, zaten hassas Mehir. “ dediğinde bir balyoz inmişti sanki beynine. Olduğu yerde sallanarak ayağa kalkarken öfkesi kaybolmuş yerini kesif bir pişmanlığa bırakmıştı o anda.

“Ben, ben eve gitmeliyim, çok korkar o yalnızlıktan. Hemen, hemen gitmem lazım…” diye mırıldanarak apar topar atmıştı kendisini dışarı.

Evi karanlık içinde bulduğunda yüreğine inmişti sanki, beklide hayatının en uzun birkaç dakikasını yaşamıştı, eve girdikten hemen sonra iç çekme seslerini takip edip onu oturma odasındaki kanepede battaniyelere sarılmış bulana kadar. Kaç saat karanlıkta oturmuştu kim bilir diye düşünürken yaptığının ağırlığı daha da net belirmişti gözlerinin önünde. Yüzünü kapatan saçlarını çektiğinde sırılsıklam olmuş yüzü, şişmiş gözkapaklarıyla karşılaşmıştı Tan. Lanet olsun… Kaç saat ağlamıştı Mehir? Kaç saat o narin omuzları hıçkırıklarla sarsılmıştı? Yalnız başına, bu karanlık soğuk odada?

Yatağına yatırırken uyanmıştı Mehir. İlk başta anlamamıştı ne olduğunu. Ağlamaktan kısılmış sesi zar zor duyulmuştu dudaklarının arasından.

“Tan?”

Hemen ardından kendine gelmişti Mehir. Şaşkın uykulu, açılmakta zorlanan gözlerinin aniden korkuyla iri birer yağmur damlası gibi açılmasından anlamıştı Tan. Yüzünü saklamak istercesine başını onun göğsüne gömmüş, Tan’ın hala bedeninde hissettiği sarsılmalarda ağlamaya başlamıştı yeniden genç kadın. Hıçkırıklarının arasında Tan’ın özür dileyen, affetmesi için yalvaran sesini duymadan açıklamaya çalışmıştı çaresizce. Yatağa bırakmasına bile izin vermemişti onu. Kollarına sıkı sıkı yapışmış, başını kaldırmadan konuşmuştu kırık, ıslak hıçkırıklarla.

“Ben-ben faturaları buldum,” dediğinde buz kesmişti Tan, neyin eksikti diye soran kendi sesi yankılanmıştı lanet okuyan, kendine öfkesiyle yangın yerine dönen beyninde.

“Duru abla sorunca dü-düşündüm ki, düşündüm ki bende yardım edebilirim.” demişti Mehir.

O zaman kaldırmıştı başını, yalvaran bakışları Tan’ın pişman gözlerini bulmuştu.

“Ne olur izin ver Tan.” Diye yalvarmıştı, burnunu çekerek. Elini uzatmış, korkarak yüzüne dokunmuştu sonra.

“Ne olur kızma bana. Ne olur…” demişti sonra. Tan’ın sessizliği uzattıkça korku yeninde hakim olmuştu Mehir’in bakışlarına.

“İstersen, istersen vazgeçtiği söylerim yarın…”diye devam etmişti hızlı hızlı, panik dolu bir sesle.

“Olmaz Mehir…” demişti Tan gülümseyerek.

Yüzünden düşen her damlayı tek tek arayıp bulmak tüm izlerini silip atmak istercesine, özür pişmanlık dolu öpücüklerle donatmaya başlamıştı Mehir’in yüzünü.

“ Ayıp olur, hem madem o kadar istiyorsun. Ben, ben hatalıydım. Sen bir şey yapmadın. Ben özür dilerim Mehir, affet, birden tutamadım kendimi, affet ne olur. Yorulma istedim sadece. Anlıyor musun beni? Bir kaç ay idare edersin, sonra dersler yoğunlaşınca başka birini bulunca ayrılırsın, anlaştık mı?” demişti af dileyen gözlerle ona bakarken, mahzun bir sesle.

Bir- iki ay, uzaya uzaya yılsonunu bulmuştu. Mehir’in sadece öğrenci olmaya dönmesi, hastanede geçen kabus gibi bir haftanın içinde, ailelerle barışmalarıyla olabilmişti ancak. Ancak o zaman alıştıkları normal hayatlarına dönebilmişlerdi.

Ama kavgalar durulmamıştı hiç. Oysa o ilk kavgadan sonra Mehir gülümseyerek başını Tan’ın göğsüne yasladığında, genç adam sıkıca sarılmıştı Mehir’e bir daha olmayacağına yemin ederek.

Ama olmuştu, defalarca, defalarca olmuştu hem de, Mehir’in gözyaşları başkaldırılara dönüşene, sonunda ikisini sonuna kadar ayıran o kavga gelene kadar aynı döngü tekrarlanmıştı. Defalarca hıçkırıklara boğulmuştu Mehir, sonunda Tan’ın öfkesinin artık kendisine de yönelebildiğini kabullenene kadar, defalarca tekrarlanmıştı onu korkudan buz kestiren bu kavgalar.

Defalarca bir daha olmayacak diyerek af dilemişti Tan.

Derin bir nefes aldı hatırladıklarıyla genç adam.

“Kendini yormamaya dikkat edeceksin ama değil mi Mehir?” diye sordu hastanede başında beklediği o günleri hatırlayarak.

Birbirine bir nefes uzaklıktaki o iki sevgili yüz, gözlerini açtıklarında ikisi de aynı ana döndüklerini biliyorlardı aslında. Kaçmak isteseler de dönüp dolaşıp aynı yere geliyorlardı çünkü. Biliyordu ikisi de, Mehir kararlılıkla, acı bir isteklilikle; Tan isyanla, karşı koymaya gücü yetmeyerek kırıyordu içine düştükleri döngüyü. Yeni bir başlangıç diye başlayan cümleler ikisinin zihninde apayrı paragraflarda devam ederken, bulundukları nokta değişmiyordu yine de. Bitiyordu. Mehir için sonsuza dek, Tan için yeniden başlamak üzere bitiyordu geçmiş. Derin bir nefes aldı Tan.

“Yine de …” dedi ellerini yüzünden çekmeden uzaklaşarak.

“Diğer plan değişmiyor Mehir. Zaten her şeyi ayarlamışsın sen. Ben de geliyorum Ankara’ya…”

Tan, kendi olmak istediğini söyleyen genç kadını şaşkın bakışlarına bakarken aslında muhtaç olanın kendisi olduğunu düşünüyordu. Kendisi aşksa Mehir o ateşi harlayan ateşti çünkü. Kendisi âşıksa Mehir canandı çünkü… Yıllarca ona uzaktan bakarken kalbinde için için yanan o ateş Mehir’in tenine değdiği an Mehir’in kendisi olmuştu çünkü. Onsuz olamazdı artık Tan. Ve öğrenmişti sonunda, ateşin alevden dillerinin kendi kendine sonsuzluğa uzanmadığını. Öğrenmişti, o ateş olmadan yapamayacaksa, o zaman ateşin sönmemesi için çaba sarf etmesi gerektiğini…

Öyle ya da böyle , hikaye sitelerine yolu düşmüş hemen herkes , Cansu ve Göçmenini duymuştur, yolu hikayelerle sonradan face den sonra ya da wattpadden sonra buluşanlar ise, bence ithafımdaki profile şöyle bir tıklamalı ve bu büyülü kalemden habersiz kalmamalı...Bütün bildiklerinizi unutun, çünkü onu kalemi bambaşka bir şey....

HIRÇIN ...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin