ON SEKİZ - MONA VE LISA'NIN HİKAYESİ

910 80 50
                                    

Ben senin parmaklarından kayıp giden bir mimozayım,
Yapraklarım sararıp solmuş.
Ölüyorum, umrunda mıyım?
Suya koyuyorsun beni,
Parmakların sapımı bırakmış.
Umutsuzca öpüyorum seni, farkında mısın?

Ben senin çizdiğin resimlerdeki kıvrımlarım,
Kafam çok karışmış.
Bir şey anlatmaya çalışıyorum, dinliyor musun?
Hoyratça boyuyorsun beni,
Çizdiklerin anlamsızlaşmış.
Ellerini tutuyorum, anlıyor musun?

- Soru İşaretleri

"Her zaman kendimiz olmamamız gerektiğini, eğer olursak dışlanacağımız öğretildi bize. Özgürlüğümüzün maskemizi çıkarmakta değil de yalanlar söylemekte saklı olduğunu söylediniz. Eğer insanların olmamızı istediği gibi güzel, zayıf, beyaz veya sahte olmazsak kimsenin bizi sevmeyeceğini anlattınız. Biz, sizin deforme ettiğiniz gençliktik. Hayatı yaşarak değil, sizi dinleyerek öğreneceğimizden bahsettiniz ve biz de öğrenmek için sizi dinledik. Bize öğrettiğiniz tek şey ise kendimizi, başka biri bizi sevmeden sevemeyeceğimiz oldu..."

Mona Hunter, günlerdir bu konuşmanın üzerinde uğraşıyordu. Uyumadan gecelerini bu konuşmayı planlamakla geçiriyordu ve harcadığı zaman, gözlerini kapatınca bile bu konuşmayı hayal edebilmesine yol açmıştı. Aslında gözlerini kapatmasına gerek yoktu. Kilidi kırılmış dolabının önünde erkek arkadaşıyla öpüşen Adelé Lefebvre, insanların kendisini güzel bulması için makyaj yapması gerektiğine inanıyordu. Erkekler tuvaletinde sessizce ağlayan Jordan Lambert, ten rengi ve ırkı yüzünden insanların ondan nefret edeceği kanısına varmıştı. Elleri uzun saçlarında ve eteğinde dolaşan Penelope Smith, kız gibi giyinmek zorunda kaldığı için kendini hiçbir yere ait hissetmiyordu. Koridorda insanların ona attığı tuhaf bakışlara rağmen saçlarını uzatan ve pembe giyinen Lucas Matthews, kendisi olursa kimsenin onu sevmeyeceğini düşünüyordu.

Coğrafya ve fizik kitaplarını sıkıca göğsüne bastırdı ve dolabını kilitledi. Şifresi 177'ydi. Yedinci ayın on yedinci gününde doğmuş, takımıyla ilk voleybol şampiyonluğunu kazanmış, ağabeyi de o günde evlenmişti. Tarihlere (belki de gereksiz) bir anlam yüklemeyi severdi Mona. Ders kitaplarının içine şarkı sözleri yazar, karikatürler çizerdi. Bu yüzden bütün kitaplarının kapakları ve sayfaları yıpranmıştı. Coğrafya ve fizik kitapları da bir istisna değildi. Koridorda attığı dikkatsiz adımlar, karşıdan gelen bedene çarpmasına sebep oldu. Kitaplar gürültüyle yere düşerken Mona ve karşısındaki silüet aynı anda yere çöktüler.

Mona, önündeki kitapları topladıktan sonra başını hafifçe kaldırdı. Üzerinde yazana bile bakmadığı kitapları daha da sıkıca tutuyordu şimdi. Karşısında gördüğü şey bir çift göz değildi, hayır. Mona, rüzgarın vahşice estiği bir gündeki okyanusu ziyaret etmişti. Okyanusun özgür dalgaları karaya çarpıyor ve etrafındakilere kutsal bir serinlik bahşediyordu. Okyanus damlaları karşısındaki bedenin buğday rengi tenine dökülüyor ve türbanından çıkan bir tutam sarı saçla bütünleşiyordu. Yüzyıllar gibi hissettiren o anda, okyanus dalgalarını çevreleyen kalın çerçeveli gözlük ve Adem'in yasak elmasından bile daha çekici görünen dudaklar, Mona için birer beden parçasından daha fazlasıydı.

"Özür dilerim," diye mırıldandı siyahi kız, ancak karşısındaki büyüleyici güzellikteki kişi çoktan ayağa kalkıp gitmişti bile. Mona, şu ana kadar arkadaşlarının kendisine ilk görüşte aşk ile ilgili söylediği şeyleri düşündü. Adelé, iki hafta önceki erkek arkadaşının resmine bakarak: "Kalbin hızla atmaya başlar ve onu her gördüğünde sanki dünyan anlam kazanıyormuş gibi hissedersin," demişti. Eliza ise futbol takımının kaptanını ahlaksızca süzerken "Böyle, sanki, onsuz yaşayamam gibi. Sanki her an onun yanında olmalıyım. Ah Tanrım, Cody çok ateşli," diye mırıldanmıştı. Ama bunlar aşk değildi. Bunlar sadece ufak hoşlantılar ve biraz da şehvetti.

mona('s) lisa ☆ camrenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin