Yurt müdürünün ağzından;
Şima daha iki yaşında bir bebekti, her ne kadar bebek de olsa yaşadıklarına rağmen, akıllı ve uslu bir bebek. Şima'nın dümdüz ve kahverengi saçları, beyaz teni, kahverengi gözleri var. İki dakika geç doğsa, yanak diye dünyaya gelecekmiş. O kadar tatlı ki ne ben anlatabilirim ne de siz anlayabilirsiniz. Pamuk şeker kadar yumuşacık ve pembemsi yanaklarını ısırmamak için insan kendini zor tutuyor. Annesinin öldüğünü anlayabilecek bir yaşta değil ve anlaması için önümüzde uzun bir süre var. Anlamıyorum, babası neden bu masum bebeği bırakıp gitmiş? Boş ver güzel kız, ben sana herkesten iyi bakarım. Hiçbir yerde olamayacağın kadar güvenli bir yerdesin.
Günlerden bir sabah Şima'nın ağlama sesleri ile tüm yurt yatağından kalkmıştı. Sonra ne mi oldu? Anlatayım.
Yurdumuzda görevli olarak çalışan bebek bakım personelleri, Şima'yı susturmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir şeylerin ters gittiğini anlayıp, personellerden birine doktor çağırmasını söyledim. Şima'nın yüzü kızarmıştı, boğulurcasına bir ifade vardı yüzünde. Hemen üzerindeki battaniyeyi alıp, bir kenara koydum. Etrafta olup biteni izleyen öğrencilere okula gitmeleri gerektiğini söyleyerek uyardım. Odadan çıktılar ve birkaç personel ile odada kaldık. Bebeğin kalbinin olduğu yere, iki parmağımı koyup kalbinin atıp atmadığını kontrol ettim. Kalbi atıyordu. Personellerden birine, ilk yardım odasına gidip ateş ölçeri alıp gelmesini söyledim. Personel hızlı şekilde alıp geldi. Ateşini ölçtüm ve gördüğüm değere inanmayıp bir kez daha ölçtüm. Ateşi otuz dokuz dereceydi. Hemen ambulansı aradım ve sağlık çalışanlarına gereken bilgileri verdim. Bu arada ıslak bir havluyu ıslatıp getirmişti personel. İlk önce alnına, daha sonra sırtına koyuverdim havluyu. Bebeğin ağlaması yavaş yavaş dinerken, birden ambulans sesleri duyuldu. Ateş ölçeri bulamıyordum, Şima'yı alnından öptüm. Ateşi biraz düşmüş gibiydi. Birden acil tıp teknisyenleri içeri girdi. Yaptığımız ilk yardımı anlattım ve durumu hakkında bilgiler verdim. Daha sonra sedyeye koyup, araca bindirdiler. Yanında ben de gittim. Oksijen tüpü taktılar, on beş dakika içinde hastanede olduk. Hızlı ve etik şekilde, Şima'yı acil bölümüne götüren sağlık çalışanları, benim dışarıda beklemem gerektiğini söylediler. Olumlu şekilde kafamı sallayıp, acil kapısının önünde beklemeye başladım. Yarım saat sonra, Şima'nın birden bire kustuğunu, sıvı kaybettiğini ve bu yüzden hastanede yirmi dört saatlik bir gözetim altında kalması gerektiğini söylediler. Çok sıvı kaybettiği için serum ile vücuda su aktarılacağını, değerler normale dönerse yarın sabah taburcu edebileceklerini söylediler. İki- üç saat arayla, el parmaklarından iğne yoluyla aldıkları kanı, kan şekeri ölçüm cihazı ile ölçtüler. Zaman geçtikçe değerler normale dönmeye başladı.
Ertesi sabah doktor kontrole geldi ve Şima'yı muayene etti. Her şeyin gayet iyi olduğunu, çıkış işlemlerini tamamladıktan sonra çıkabileceğimizi söyledi. Hemen gidip çıkış için gerekli işlemleri hallettik. Şima'nın üzerine battaniyesini örtüp kucağıma aldım ve o hastane odasından sonunda çıktık. Koridorun sonunda asansörü beklemeye başladık. Hasta, hasta yakınları, hemşire ve doktorların binmesi gereken asansörde, yük taşıyan hafriyatçıları görünce sinirlerim tavan yapmıştı. "Bu ne sorumsuzluktur!" diye bağırdım. Şima'yı alıp yavaşça merdivenlerden indim. Telefonumu cebimden çıkartıp, olduğumuz hastanenin önüne bir taksi çağırdım. Beş dakika içinde gelen taksiye bindik ve gideceğimiz yeri söyledim. Yaklaşık yirmi dakika içinde yurtta olduk, taksi ücretini ödeyip taksiden indik. Tüm bebek bakım personelleri, öğrenciler, müdür yardımcısı heyecanla bekliyordu. İşte Şima böyle çok seviliyordu. Kalbi küçüktü, ama herkesi içine sığdırmıştı.
Derken günler, aylar yıllar geçti. Ben tabi yaşın ilerlemesi sebebiyle saçlarımdaki akları sayarken, Şima da bir hayli büyümüştü. Onu gördükçe gurur duyuyordum. Şima artık yedi yaşındaydı.
Dümdüz ve uzun kahverengi saçları, beline kadar geliyordu. Onu görünce aklıma çocukluğum geliyordu. Gözleri her şeye bedeldi. Bir yukarı bakardı, kirpikler konuşurdu. Upuzun kirpiklerinden gözümü alamıyordum. Fiziği olduğunca yerinde, güzelliği anlatılamayacak kadar mükemmel.
Benim bir çocuğum olmamıştı. Sağlık sorunlarım yüzünden hiçbir şekilde bir evladım olamayacaktı. İşte Şima, sen benim evladım oldun. Ben yaşlandım şimdi, belki artık sayamayacak kadar çok ak düşecek saçlarıma. Öyle işte...
Çok iyi kalpli, masum, hayal gücü geniş bir çocuk olmuştu Şima. En çok köfte ve patates kızartmasını severdi. Ayran onun için vazgeçilmez bir içecek olmuştu. Sesi çok güzeldi, arada bir şarkı ezberler, yurtta konser verirdi. Hepimiz eğlenirdik, o eğlenirdi, kulaklarımızın pası silinirdi adeta. Çok güzel resim çizerdi Şima. Bir gün yurtta resim çizme etkinliği yaptığımızda fark ettim bu yeteneğini. Tuval üzerine, evin içinde el ele tutuşmuş, bir kadın ve erkek çizmişti. Bir kapı vardı resimde, kapının dışında da küçük bir kız çocuğu. Evin her tarafında kadın ile erkeğin çerçeveli resimleri vardı. Şima'yı yanıma çağırıp ne anlattığını sordum. Birkaç cümle anlattı bana, cümlelere sığmayacak o anlamları. "Annem babam birbirlerini çok seviyorlar, hiç ayrılmıyorlar. Bir de çocukları var, o kapının dışında. İçeri girerse eller ayrılacak, dışarıda kalırsa çocuk üşüyecek. Anne babası ayrılmasın diye, çocuk dışarıda kalıyor"
Bu arada Şima'nın annesi ve babası hakkında hiçbir bilgisi yok. Yani annesinin öldüğünü, sonrasında yaşadıklarını bilmiyor.
Bir yılı daha atlattıktan sonra, Şima artık sekiz yaşına girmişti. Bir gün ben odamda dosyalardaki bilgileri bilgisayarıma aktarırken, birden odamın kapısı tıklandı. "Buyurun" dedikten sonra bir kadın içeri girdi. Şima'nın teyzesiymiş, koruyucu ailesi olmak istiyormuş.
DÜZENLENDİ: 08.08.2018
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gözün Okyanusu
Chick-LitKadının yaraları okyanuslar kadar derin,ama adam daha önce hiç deniz bile görmemiş