Utku ve arkadaşı beni eve bırakıp gittiklerinde bir nebze rahatlamıştım. O adamla aynı ortamda olmak gereksiz geriyordu beni. Evde de kimse yoktu, çalışan kadın yakın zamanda geleceklerini ve istediğimi yapabileceğimi söylemişti.
Yapabileceğim tek şey de koltukta oturmaktı. Ve telefonla uğraşmak.
Böyle verimsiz geçen yarım saatlik oturmanın ardından gelen ben ne yapıyorum burada aydınlanmasıyla ayağa kalktım. Boş yere zaman kaybediyordum, kimsenin geldiği yoktu. En azından Şule'yi arayıp aramızı düzeltebilirdim.
İsmine girip kulağıma götürdüğümde bir yandan da sakin olması için dua ediyordum.
"Ne var?" diye açmasıyla tüm isteklerim geriye tepilmişti. "Ne yapıyorsun? Görüşelim mi?" dedim endişeyle.
"Her zamanki yerde," deyip telefonu kapatmasıyla hem mutlu, hem de biraz mutsuz oldum. Asla gerçekten kızmazsa ters davranacak biri değildi. Anlık sinirlenir çoğu zaman ertesi güne bile kalmadan unuturdu.
İç çekip dış kapıya doğru yürürken, "Arya hanım?" sesiyle durdum. Hanım mı? "Nereye gidiyorsunuz?"
"Yalnızca Arya," dedim ilk önce konuşan kadına. "Arkadaşımla görüşeceğim. Gelen de yok zaten."
"Gelmek üzeredirler," dediğinde son derece yapay bir gülümsemeyle, "Yapabileceğim bir şey yok," dedim. Beklediğim gibi herkes bekleyebilirdi. "Arkadaşımla çoktan konuştum, hem çok geç kalmam."
"Peki, nasıl derseniz."
"Hoşça kalın," dedikten sonra evden çıktım. Buraya gelirken gördüğüm on dakikalık yürüme mesafesinde olan otobüs durağına yürürken Şule ile saati kararlaştırmadığımızı fark ederek telefonu çıkardım ve yarım saate gelmiş olurum, diye yazdım. Mesafemiz çok uzak değildi, az çok bu çevreyi de biliyordum.
Gelen otobüslerden birine binip yirmi dakikalık tıklım tıkış gitmek sinirle bağırma isteği doğursa da yapacak pek bir şey yoktu.
Sonunda indiğimde temiz havadan derin bir soluk alarak binaya doğru yürüdüm. Kendi oluşturduğumuz kafa dinleme yerimize geldiğimde mutluluk içeriye girdin. Burası dört katlı, sadece iki katı dolu olan ve çatı katındaki küçük odayı biz hariç kimse tarafından kullanılmayan bir binaydı. Biraz yıkık dökük sayılırdı, bu yüzden sahipleri aşırı gürültü çıkarmamak şartıyla gönül rahatlığıyla kullanmamıza izin vermişti.
Bizde zamanla elimize geçen fazlalıkları buraya getirmiş, aşırı ucuza bulduğumuz birkaç koltuk taşıtmıştık. Küçük taşınabilir bir ocak olduğundan da neredeyse tüm ihtiyaçlarımız karşılanmış olmuştu. Tepemiz attığında, kaçmak istediğimizde, gereksiz depresyona girdiğimizde hep buraya gelirdik. Sadece tek bir sorunu vardı, kışın aşırı soğuk olması. Kat kat battaniye kullansak da, ısıtıcı da açsak kolay kolay ısınamazdık. Tabi yine de vazgeçmek mümkün olmuyordu, ikiden fazla hasta olmadığımız sürece kışında sık sık gelirdik.
Üç kere hasta olduğumuzda herkes söylenmeye başlardı çünkü.
"Gelebildin," diye aksi sesini duyduğumda hemen sırnaşma moduna geçerek çantamı köşeye koydum ve oturduğu koltukta dibine oturarak kollarımı boynuna doladım. "Şule'm, canım dostum." Böyle sırnaşmayı da tamamen abimden öğrenmiştim açıkçası. Ne zaman bana bu şekilde yaklaşsa en sonunda yelkenleri suya indirirdim. "Çok özür dilerim, beklenmedik oldu her şey. Abimi tanıyorsun az çok, aniden hareket etmeye bayılır. Bir süredir Liva deyip deyip duruyordu, sonra hadi gidiyoruz dedi, öyle gittik."
"Liva ve ailesi ile tanışman neden mesajlarıma dönmemene sebep oldu acaba?" dedi kollarımdan kurtulmaya çalışarak. Mükemmel bir noktaya parmak basmıştı.