Yazdığım en uzun bölüm hayırlı olsun. Hadi bayram hediyesi olsun bu da size :))
-Mayıs
Cadılar Bayramı'nın gelişine belki de gereğinden fazla heyecanlıydım ama Cedric'le Hogsmeade'e inmek son günlerde kendimi avutmak için başvurduğum aktivitelere kıyasla kulağa gayet ilgi çekici geliyordu.
Fred, ikizi ve Jordan'la Zonko'da pineklerken sonunda kısıtlı da olsa özgürlük şarabından bir yudum alabilecektim.
Çarşamba akşamı götürdüğümüz erzak dolayısıyla pazar akşamına dek Sirius'un yanına gitmeme gerek yoktu. Buna rağmen acınası kendimi meşgul tutma çabalarım meyve vermediğinde soluğu (İki numaralı, bunu belirtmezsem Barty yoktan var olup beni çiğ çiğ yiyecekmiş gibi hissediyorum) Azkaban kaçağının yanında alıyordum.
On iki yıl dünyanın en berbat hapishanesinde kalarak akli dengesinin son kırıntılarını yitirmiş bir köpeğe göre oldukça hoşsohbetti. Bana bazı gençlik anılarından bahsederken gözünde hüzünlü bir gülümseme yakalıyordum. Babam James Potter'ın adı geçtiğindeyse sanki ruhunun çürüyen parçaları tekrardan iyileşiyor, sönmeye yüz tutmuş Sirius sonsuz boşluğunun içinde geçmişin yansıması gibi parlıyordu.
Theo mevzusu ne kadar hoşnut olmasam da birkaç kez daha geçti konuşmalarımızın arasında. Tarihi tekerrür ettiğine dair bazı imalarda bulunurken annem ve babamdan bahsettiğini sanmıyordum. Açıklamak istese baştan anlayabileceğim şekilde dillendireceğini bildiğimden sesimi çıkarmadım. Gün geçtikçe çılgın, kaçak Sirius amcama daha da alışıyordum. Davranışlarını bazen tahmin edebiliyordum ve bununla gurur duyuyordum. Remus ile aramıza giren istemsiz mesafe sırasında en azından Sirius'un varlığı beni teselli ediyordu. Annem ve babam ölmeseydi böyle mi olacaktı yaşamım? Amcalarım tarafından şımartılarak mı büyüyecektim? Herhalde şu ankinden daha bile yakın olurdu aramızdaki ilişki. Peki yine Slytherin olur muydum? Beni etkileyen yetişme tarzım mıydı yoksa ruhum bedenime girmeden şekillenmiş, belli bir kader yolu doğrultusunda mı yontulmuştu?
Sirius'un Azkaban'dan kaçışı dolayısıyla senenin başından beri çoğu diğer bina öğrencileri bana karşı kuşkucu ve mesafeliydi, öte yandan aynı çoğunluk Harry'ye sanki porselen bebekmiş gibi davranıyordu. Harry'yi asla kıskanmıyorum, aksine kardeşimin yaşadıkları için içimde canlı, berbat bir acıma ve şefkat duygusu yanıyor. Kimse gerçekte kim olduğumu bilmiyor, insanları da suçlayamam, yine de aynı geçmişe ve kana sahipken onun tam zıttı muameleyle karşılaşmak o kadar üzüyor ki! Tabii, içten içe kızdığım insanlar aslında tahminleri ve iddialarında haklı, Sirius'a gerçekten yardım ediyorum ama kötü biri değilim. Sirius da değil. Bunu içimde tutmak zorunda olmam içimi pıtırkurt gibi kemiriyor.
Bu sefer Gryffindor masasının nazik davetini kabul ettim. Kendime daha fazla gereksiz işkence çektirmemek için kendimi adeta üçlünün yanına atmıştım. Sabahları duyulan en yüksek sesleri homurtu-mırıltılar ve kahve servisleri olan Slytherin masasına kıyasla kırmızı-altın tonlarının hakim olduğu masada yüksek sesli bir kaos hakimdi. Öğrencilerinin ortak özelliğinin ses tonlarını ayarlayamamak olduğunu anlamam uzun sürmedi. Karşılıklı oturan insanlar bile bir yiyeceği isterken seslerini gürültünün arasından duyurabilmek için adeta haykırıyordu. Böylece gürültü büyüyor ve kaotik bir baş ağrısı sebebine dönüyordu. Yine de sevimli sayılabileceğini itiraf etmeliyim.
Fred ve George'un arasında benim için açılan küçük boşluğa oturmuştum, balık istifi halde kahvaltımızı yapıyorduk. Arada bir bazı öğrencilerin ters bakışlarına maruz kalsam da keyfimi kaçırmaya yetmiyordu bu boş uğraşlar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chasity // HP FANFIC
FanficKim Regulus Black'in Lily ve James Potter'ın kızını büyüteceğini tahmin edebilirdi ki?