1.Bölüm

1.3K 28 7
                                    

21.07.2013

Sıkıntılı bir şekilde nefesimi önümdeki cama verdim. Uzaklardaki gözlerimi camdaki buğuya çevirirken buğu yavaşçana yokluğa karışıyordu. Buğu kendini şeffaflığa teslim ederken bomboş kafamın içine daldım.

Boşluktan başka bir şey olmayan kafamın içinde çöl rüzgârları esiyordu.

Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. İstemsizce kapadığım gözlerimi açarken burnumdaki yanmayla gözlerim doldu. Önümdeki camı izliyordum. Pürüzsüz, varla yok arasındaki camı, şeffaflığı izliyorum uzunca. Uzun süredir sadece bunu yapmıyor muydum zaten. Tüm dertleri, olmayan o tüm dertlerimi o cama anlatıp durmuyor muydum sürekli.

Ailem çok korkuyordu. Babamla Burak Danimarka’dan dönmüştü. Ama abimin bile gelişi sessizliğime bir nokta koyamamıştı. Sessizce camın önüne oturmuş dışarıyı izliyordum. Belki de günlerdir. Sahi ne kadar olmuştu…

Doğru düzgün hatta hiç konuşmaz olmuştum. Psikoloğun teki uğruyordu sürekli odama. Ben de dâhil, herkesin aklında tek bir soru: ‘Bu denli nasıl etkilendi? O alaylı kız nerede?’

Susuyordum. Sessizlik beni öldürecek gibi oluyordu. ‘Konuş melek’ diye bağırıyordum. Ama dudaklarım kıpırdamıyor, beynim nasıl emir vereceğini bilmiyordu.

Ne anlatsam… Sessizlik… Ne söylemeliyim… Konuşsana… İnsanlar sana bakıyor, bağır çağır. Hadi… Ne oluyor sana nerede o güçlü kız, onu bu sessizlikte öldürüyorsun!

 23.04.2013

Gayet buruk bir şekilde boş olan hayatıma uyandım. Kalktım giyindim ve kendimi tek nefeste dışarıya attım. Bugün kahkahalar atıp mutluluk rolü yapacak halde değilim. Yürüdüm, yürüdüm... Aklımdan çevremdeki insanları geçirirken sadece yürüdüm. Bir sürü isim vardı ama hiç biri şuan işime yaramazdı. Çevresi geniş ama mutlu olamayan, ailesinin tek kızı, şımarık melektim ben. Olaylara hep gülerek karşılık verip, nereden alaya alırım diye bakan bu kız kendisiyle kaldığında hep histerik mi olmalıydı? Uzun uzun yürürdüm böyle hissettiğim günlerde. Bu gün de onlardan biriydi…

Adımlarım birbirini kovalıyordu. Yeri dövercesine bastığım zemin benim dünyamda titriyordu. Aslı’nın dünkü, Renkler, saçmalığı beynimin merkezini işgal etmişti. Aklımdan atmaya çalıştıkça, beynime yerleşiyor ve arka lobtan gelen seslerle kalıcı hale geliyordu. Kafayı yiyecek haldeydim, sürekli ‘Benim anlamsız boşluğum, hayat çizgimi belirlemediğimden mi, yoksa?’ gibi garip düşünceler yer yer düşüncelerime yayılıyordu. Renk diye bir şey belirlemek benim anlamsız ve boş hayatıma bir yön verir miydi?

Sertçe kafamı iki yana sallayıp adımlarımı hızlandırdım. Çevremi izlemekten çok gözümün önünde uçuşan kelimelere odaklanmıştım. Hırsla soluyup kelimeleri inceliyordum. Hayatım, benden bile ibaret değildi çünkü ortada bir ben yoktu. Boşluklarla kaplanmış amaçsız hayatıma yerleşmiş tek bir şey bulamamak beni yerle bir ediyordu. Saatin tik takları hızlanmıştı. Saniye çubuğu kaç tur atmıştı kendi bile bilmiyordu. Zaman kavramı benden soyutlanmıştı, uzaklaşmış ve beni olduğum karmaşada yapayalnız bırakmıştı. Kendimi, aslında bomboş olan kafamın içinde bir şeyler bulma umuduyla keşfe yollamıştım.

Ben anlamsız benlik savaşındayken ellerimin oyalanacak bir şeye ihtiyacı vardı. Ya da kendimi bu karmaşadan kurtaracak minnacık bir şey, beni huzura kavuşturabilirdi. Etrafıma umut yerleştirmiş gözlerimle bakındım. Adımlarım hala yeri ilerletirken kaşlarımı çatmıştım. Bir kenar mahalle bile denemeyecek harabede, tenhalığın bile kalabalık sayılacak bir yerde kalakalmıştım. Zaman benden o kadar soyutlanmış, dünya kavramı bu kadar mı uçmuştu? Nereye gelmiştim?

Adımlarımı takip edip köşeyi döndüğümde çığlık atmamak için kendimle savaş verdim. Yerde elinde küçük bir torba olan gözlerinin etrafı çökmüş buna rağmen yakışıklı bir genç sanki bayılmış gibi uyuyordu. Altında Tommy Hilfiger siyah pantolon, üstünde U.S. Polo’nun siyah gömleğini giymiş bu çocuğun burada ne işi olabilirdi ki?

İçimin soğuk savaşları arasında kafamı kaldırdım. Gitmeli miydim yoksa bu adamı uyandırıp kendine gelmesini mi sağlamalıydım?

İçimin vicdan kalıntıları devreye girmiş gence doğru yönelecekken kolumdaki soğuk elle irkildim. Çığlık atardım ama ağzım bir elle kapatılmıştı. Gözlerimi yere kaydırdığımda ise genç orada değildi.

“Gözlerinin ne işi var üzerimde?”

Sert, soğuk, korkutucu bir ses kulağımda uğuldarken eller ağzımdan inmişti. Kafamı kaldırıp kopkoyu mavi gözlere baktım. Gözaltları hala kötüydü ama o mavi gözlerin bir santim bile altına bakmak insanın içinden gelmezdi. Bu şaşkınlığımı fark etmiş olacak alaylı olarak gülümsedi. Gülümseme aslında mutluluk aşılarken onun gülümsemesinden bana sadece saf korku akmıştı.

“Defol buradan saf prenses” dedi kolumu bırakırken. Bıraktığı koluma elimi götürürken acısı yeni yeni tüm bedenime yayılıyordu. Benim canımı öyle yakmaya hakkı olduğunu mu sanıyordu? O da kimdi de bana zarar verecekti?

Kafamı kaldırdığımda benden uzaklaşan sırtını gördüm.

“Neresi burası?” Sesim bu gereksiz harabede yankılanırken sorum cevapsız kalmıştı. “Hey, sana diyorum!” Ben yokmuşum gibi ilerlerken yukarılarda ki sabrımdan fokurdama sesleri yükseliyordu. Hızlı adımlarla ona yetişmeye çalıştım ama çok hızlı ilerliyordu.

“Sana diyorum şapşal herif, hangi cehennemdeyim?” diye kızgınlığımla parladım. Durdu ve arkasını döndü. Koyu mavi gözleri sert bir parıltıyla parlarken içimden bir şeyler geçtiğini hissettim.

“Bana… Şapşal mı dedin sen?” Tek düze bir tondaki konuşması yüreğimi dondurmuştu. Kelimeleri ölçülü hitap edişi içimin korku çanlarını çaldırmıştı. Korku, çanların gürültüsüyle alev alırken, şaşkınlığımla ne diyeceğimi bile tartamıyordum.

Ben Melek Cansev, korku benim yanımdan geçmezdi, hele ki ne diyeceğini bilememek zayıfların işiydi. Susturun şu çanları, diye bağırdım içimin benliklerine, Beni bu serseri korkutamazdı!

Siyah mı? Mavi mi?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin